İnsan ve Toplum üzerine Yaklaşımlar S. Freud & E. Fromm
Freud, insanı aslında içgüdüleriyle belirlenmiş biyolojik
bir varlık olarak görmüş ve insanda iki temel içgüdünün var olduğunu öne
sürmüştür: kendini koruma içgüdüsü ve libido olarak adlandırdığı cinsel içgüdü.
Freud’a göre insan, yaşamak ve kendi soyunu sürdürmek için bu içgüdülerini
tatmin etmek zorunda olan bir yaratıktır. Ama aynı zamanda, bu içgüdülerini
tatmin edebilmek için başka insanların varlığına da ihtiyaç duyması bakımından
toplumsal bir düzen kurmak ve böyle bir düzen içerisinde yaşamak zorundadır.
Toplum, bir yandan insanın doğuşundan gelen içgüdülerini tatmin etmek için
bireye yardımcı olmakla birlikte, bir yandan da bireyin içgüdülerinin
alabildiğine tatmin edilmesinin ya da başka bir deyimle başıboş bırakılmasının
yaratacağı toplumsal düzensizlik ve kargaşa nedeniyle bu içgüdüleri sınırlamak
ve denetlemekle görevlidir. Freud’un deyimiyle bu içgüdüleri, özellikle cinsel
içgüdüleri baskı altına tutmakla görevlidir. Böyle bir deneyim ve baskı ise
bireyle toplum arasında temel bir çatışmanın ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Freud’a göre, insan aslında bencil ve anti-sosyal bir
yaratıktır. Toplum onu ehlileştirmeli ve sosyalleştirmeli, yani
uygarlaştırmalıdır. İnsanlık tarihi, Freud’a göre, böyle bir uygarlaşmanın
tarihidir. Baskı ne kadar fazlaysa uygarlık da o kadar gelişmiştir, ama insanın
tabii ihtiyaçlarının, özellikle cinsel ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde
tatmin edilmemesinden ileri gelen çatışma da o ölçüde artmıştır.
Freud’a göre, toplumun birey üzerindeki denetimi ve baskısı
sonucunda iki değişik olay ortaya çıkmıştır: Freud’un “sublimation” dediği
yüceltme ve nevrozlar. Bireyin tabii eğilimlerinin ve içgüdülerinin baskı
altına alınması, bu eğilimlerin ve içgüdülerin, toplumun ve sosyalleşme
sürecinin sonucu olarak bireyin kendisinin değer verdiği yüksek gördüğü bir
takım yüce gayelere yöneltilmesine yol açmıştır; böylece din, ahlak, kültür,
sanat, insani amaçlara yönelik bilimsel çalışmalar ve bu gibi bir takım yüceltilmiş
değerler ve kurumlar ortaya çıkmıştır. Ama öbür yandan, kültürleşmenin ve
uygarlaşmanın bedeli olarak da, bireyin içgüdülerinin gerektiği şekilde tatmin
edilememesi yüzünden nevrozlar, yani genel anlamıyla bir takım ruhsal
bozukluklar ortaya çıkmıştır. Freud’a göre, yüceltme ve uygarlık ile tatmin ve
nevrozluk arasında şöyle bir orantı vardır: Yüceltme ve uygarlık ne kadar
fazlaysa, tatmin o kadar azdır, nevrozluk da o ölçüde artmıştır. Bu bakımdan,
nevrozluk uygarlığın bir ürünü, daha doğrusu bedelidir.
Freud, birey ve toplumu aslında birbirinden ayrı, hatta
birbirinin karşıtı olan iki farklı birim olarak görmüş, bireyle toplum
arasındaki ilişkiyi de daha çok statik bir ilişki olarak nitelemiştir. Tüm
uygarlaşma ve kültürleşme süreçlerine rağmen, birey, temel eğilimleri açısından
tarih boyunca hep aynı kalmakta, yalnızca toplumun baskı derecesine göre
değişmektedir: daha az ya da daha çok uygar bir hale gelmektedir. Baskı altında
tutulmuş da olsa insan aslında vahşidir, yırtıcıdır ve yıkıcıdır, yani kötüdür.
Ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsın insan tabiatının temeli değişmez. Tarih
boyunca baskının az olduğu ya ha bir dereceye kadar ortadan kalktığı dönemlerde
patlak veren savaşlar ve bu gibi yıkıcı eylemler, Freud’a göre, bunun inkar
edilemez kanıtlarıdır.
Görülüyor ki, Freud, ahlak konusunda insan tabiatının kötü
olduğunu öne süren geleneksel anlayışa bağlı kılmıştır. Bunun içindir ki, insan
tabiatının değiştirilemeyeceğini ve kötülüğün yeryüzünden silinemeyeceğini,
olsa olsa denetlenebileceğini kabul eden karamsar bir görüşün temsilcisidir.
Başka bir deyimle “asli günah” kavramını benimsemiş olan –yani insan tabiatının
ta başından lanetlenmiş olduğunu, kötü olduğunu, kendi başına kurtuluşa
ulaşmasının mümkün olamayacağını öne süren- kötümser bir dinsel görüşün din-dışı
alandaki temsilcisidir. Ölümünden az önce, yanında bulunan yakın dostlarının
anlattığına göre, Freud, II. Dünya Savaşı’nın o korkunç ve insana dehşet veren
acı sonuçlarını kendi kuramının doğruluğunun birer katını olarak görmüş ve
bundan büyük bir üzüntü duymuştur.
Eric Fromm ise, Freud’un biyolojik etkenlere ağırlık vermesine
ve insanı aslında biyolojik bir varlık olarak görmesine karşı, sosyo-kültürel
etkenlere ağırlık vermiş ve insanın daha çok sosyal bir yaratık olduğu noktası
üzerinde durmuştur. İnsanın hiç şüphesiz açlık, susuzluk, cinsel ihtiyaç, uyku
ihtiyacı ve bu gibi, hayvanlarla ortak olarak sahip olduğu bir takım temel
fizyolojik ihtiyaçları vardır. Ama bu ihtiyaçların ifade ve tatmin şekilleri
toplumdan topluma ya da kültürden kültüre değişmektedir, dolayısıyla
sosyo-kültürel etkenlere belirlenmektedir.
Ayrıca, Fromm’a göre, psikolojinin esas problemi bu gibi
temel ihtiyaçların tatmininden ya da engellenmesinden doğacak sonuçlarla ilgili
değildir. Fromm, psikolojinin temel probleminin bireyin dış dünya ile –tabiatla
ve başka insanlarla- kendine özgü bir ilişki kurmasından
kaynaklandığına ve böyle bir ilişikinin de ancak öğrenme, eğitim ve kültürleşme
süreçleriyle gerçekleşebileceğine dikkati çekmektedir. Fromm’a göre,
insanın dil dünya ile ve topluma ilişki kurma ihtiyacının tatmin edilmesi, en
az temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesi kadar önemli ve zorunludur, belki de
onlardan daha zorunludur.
Dolayısıyla, insan, Freud’un düşündüğü gibi bencil ve
anti-sosyal bir varlık olacak yerde, tersine, sosyal bir varlıktır. Çünkü
Fromm, insan davranışına yön veren itkiler ve çeşitli etkenler içerisinde en
etkin gücün sevgi olduğuna inanmaktadır: Sevmek, başkalarına yönelmek,
başkalarıyla sevgiye ve işbirliğine dayanan ilişkiler kurmak, kendini kendi
dışındaki bir şeye, bir fikre, bir davaya yöneltmek, baika insanlarla ve dış
dünya ile birleşmek,vb. ihtiyaçlar da insan varlığına sıkı sıkıya bağlı olan
ihtiyaçlar olarak görünmektedir.
***
Aristotales,
“erdem”
kelimesini “kusursuzluk” –insana özgü imkanların gerçekleşmesini sağlayan
etkinlikteki kusursuzluk- anlamında kullanmaktadır. Paracelsus ise “erdem”’i
her şeyin bireysel niteliği ile –yani özelliği ile eş- anlamlı olarak
kullanmıştır. Bir taşın, bir çiçeğin her birinin kendine özgü bir erdemi, kendi
niteliklerinin birleşimi vardır. İnsanın erdemi de, aynı şekilde, insan türüne
özgü olan bazı belirgin niteliklerin toplamıdır; tek bir insanın erdemi kendi
bireysel tekliği, yani biricikliğidir. İnsan kendi “ erdemini” geliştrirddiği
zaman “erdemli” bir kişi olur. Buna karşılık, çağdaş anlamda “erdem” otoriter
ahlakla ilgili bir kavram haline gelmiştir. Erdemli olmak, kendini inkar etmek
ve boyun eğmek, bireyselliğini tam olarak gerçekleştiecek yerde, baskı altına
tutmak demektir.
Kaynak: erdem & mutluluk, Eric Fromm
Yorumlar
Yorum Gönder