50 değişmez yaşam ilkesi
Hayatın sabitleri:1
Bir hafta önceki denememizde "girişimci kişinin 41
özelliğini" paylaşmıştık. Bu denemede de," Bireysel ve toplumsal
yaşamı yönlendiren sabitler" üstüne düşündüklerimizi kısa değinmelerle
anlatmaya çalışacağız. Değişmez olanları bilmeden, hayatin sabitlerini
kavramadan, nelerin nasıl değiştiğini kavramak zordur. Size sunduğumuz
"hayatın sabitleri" konusunda düşüncelerinizi bizimle paylaşırsanız;
bilginin paylaşıldıkça büyümesine katkı yapar, yapıları oluşturan
"sabitlere" ilişkin daha net bilgilere ulaşabiliriz.
Bu ilk yazıda sizlerle hayatın 10 değişmezini paylaşacağız.
Diğerleri ile ilgili bilgileri ise bir sonraki yazıda aktaracağız:
01. İnsan ömrü ve toplum ömrü:
Yaşamın temel değişmezlerinden biri, insan ömrünün sonlu ve
kısa, insanların bir araya gelerek oluşturdukları toplumların ömrünün ise
görece daha uzun olmasıdır. Ortalama 30 bin gün bile olmayan insan ömrü,
yaşamın algılamasını etkileyen temel etkenlerden biridir. İnsan, ölüm bilinci
nedeniyle, kısa ömrüne çok şey sığdırmak ister. Hayata çok şey sığdırma isteği
insandaki benciliği öne çıkar. İnsan ömrünün kısalığı ile toplum ömrünün görece
uzunluğu, "Mehmet'in çıkarları ile memleketin çıkarlarını"
ayrıştırabilir. İyi yönetici ya da yönetim, "Mehmet'in çıkarları ile
memleketin çıkarlarını dengeleyebilmek" demektir. Hayatın özündeki bu ölçü
temel "sabitlerden" biridir; bu sabiti kavramadan, nelerin
değiştiğini, neden değiştiğini, nasıl değiştiğini, değişmenin hızının ne
olduğunu, ne yönde ilerlediğini ve ne gibi etkiler yaptığını yeterince kavrayamayız.
Hayatı iyi kavramak ve anlamak istiyorsak, insan ömrünün kısalığı ile toplum
ömrünün uzunluğu arasındaki karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin yarattığı
çelişkileri iyi kavramalıyız; karşılaştığımız olguları birey ile toplumun
çıkarları mihenginde denemeliyiz.
02. Hiyerarşi mutlaktır ilkesi:
İnsanlık her dönemde eşitlik, kardeşlik, barış ve
huzur ideallerinin peşinde koşmuştur. İnsanların eşitlik arayışı
"hiyerarşi mutlaktır" ilkesini tümüyle aşabilme gibi sonuç
yaratamamıştır. Aklını ve enerjisini daha iyi kullanabilenler, kullanamayanlara
göre bir adım öne geçmektedir. Girişimci yeteneklere sahip olanlar,
çevrelerinde değer katacak bir şey bulurken, sıradan olanlar, başkalarından
emir alarak yaşama zorunda kalır.
"Hepsi evlat, hepsini aynı derecede severim" sözü
kulağa hoş gelse bile, anne-babalar bu sözü sık yineleseler de, üretken ve
katkı yapan çocuklarına sempatilerinin daha büyük olduğuna çoğumuz tanıklık
etmiştir. Halkın akıl birikimi, binlerce yılın deneyimlerinin süzgecinden geçirerek,
" Varsa akıllı evladın, gereği yok malın mülkün, yoksa akıllı evladın
anlamı yok malın mülkün !" diyerek, akıl ve üretkenliğine olan güvenimizi
çok net anlatmıştır.
Eğer başkalarının bizim hak ve çıkarlarımıza yönelik yanlış
tutumları önlemek istiyorsak onlara yumuşak ve sert gücümüzün varlığını
göstermemiz gerekir. Hiyerarşinin mutlaklığını yaygın biçimde dış politikada
"idealistler" ve "realistler" akımların çatışmasında
gözleriz.
Hayatta ,"zor oyunu bozmaktadır". Hiyerarşinin
eşitsizliğine karşı direncin en etkin yolu, eşdeğer güçler yaratmadın.
03. Boşluk ilkesi:
Bireysel ve toplumsal yaşama yön veren bir başka değişmez
"boşluk ilkesidir". Birey ya da toplumların başarıları, önemli ölçüde
başkalarının bıraktığı "boşlukları" doldurmayla ilgilidir. Okul
günlerinde deneylerde hepimizin öğrendiği gibi, hayat "bileşik
kaplara" benzer.
Doğa boşluğu asla sevmez, kriz dönemlerinde "normal
koşullar" değişir; en büyük ile en küçüğün iç içe geçmeleri yaşanır ama
kısa süre sonra matematikçiler "kuvvet yasaları" dedikleri güçler
devreye girer ve "yeni normal" koşulları oluşur.
Eğitim düzeyi, entelektüel kapasitesi ve sistem kapasitesi
farklı olanların bıraktıkları "boşluk " nitelik ve nicelik
değiştirir: Herkesin bıraktığı "boşluk" vardır; o boşluğu yakalayan ve
dolduranlar kazançlı çıkar. Bakış açısında ve birikimlerinde "boşluk
sorgulama" alışkanlığı olmayanlar, işlerini iyi yönetmez, gelişmelerin
akışına bırakmak zorunda kalabilir.
04. Hız ilkesi:
Hayata yön veren bir diğer değişmez " hız
ilkesidir".
Daha hızlı olan fırsatlardan daha geniş ölçüde
yararlanırken, hızı düşük olan daha az yararlanabilir. Savaşlarda olduğu gibi,
iş yaşamında hız ve esneklik rakibin önüne geçmenin gerek şartıdır.
Bugünün dünyasında ölçek büyüklüğünün artırdığı
"erişebilme olanaklarını", küçük ve ortak ölçek yapının "hız ve
esnekliği" ile dengeleyen "işbirlikleri ve ortaklıklar"
yapabilenler rekabette öne geçiyor. Tersine, hantallaşan, gelişmelere karşı
"alternatif tepki biçimlerini" hızla hayata taşıyamayanlar ise iş
yaşamında yitirenler arasındaki yerini alıyor.
TV dizilerinde belgesellerin bize gösterdiği vahşi
yaşamlarda tanıklık ettiğimiz olgu çok net: Hızı yüksek olan hızı düşük olanın
yaşamına son verir.
Doğanın çok temel ilkelerinden biri olan "hız
ilkesi", Bilgi Toplumu aşamasının da temel sorunumuzdur: Teknolojik
gelişmeler, Sanayi Toplumu aşamasının "yerel ve doğrusal
ilişkilerini", Bilgi Toplumu aşamasında "üstel ve küresel işleyişe"
taşımıştır. Geleceği inşa etmek isteyen birey, topluluk ve toplumlar hız
ilkesinin farkında ise, karar ve kurumlarını oluştururken gerçekliğe
yakınlaştıran varsayımlara daha yakın durabilir.
05. Yakınlık ilkesi:
Üretim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, akışları hızlandırdığı,
küresel anlamda erişebilmeyi artırdığı halde, bugün de "yakınlık
ilkesi" yaşamın temel değişmezlerinden biri olma özelliğini koruyor.
Geliştirilen bir iş mekana bağlı tetiklemeli, Stuart
Kaufmann "bitişik olanak" dediği etkiyi yaratmalıdır ki, temel görev
olan herkese iş sağlamaya katkısı olsun. Tekerleğin icadı kağnıyı, at arabasın,
el arabasını, otomobili, elle çekilen ağır bir valisi, seyyar satıcının
dükkanını, uçakların uçurulmasını vb. daha onlarca işlevi, onlara bağlı iş
yaratılmasını sağladı.
Örneğin, komşuları ile dış ticareti ağırlıklı olan ülkeler
daha düşük maliyetle gelişme yaratır "bitişik etki katsayısı" daha
yüksek olur. Uzak ülkelerle ilişkilerin yarattığı maliyet, bugünün
olanaklarında bile sınırlama getiriyor; rekabet gücün zorluyor: Durgun sudaki
dalgaları göz önüne alın. Bir dalga kendini tamamlamadan ikinci dalga
oluşmuyor. Bütün dalgalar taşın atıldığı merkezden doğuyor ve çevreye doğru
yayılıyor. Piyasa sisteminde kalkınma süreci de, ülkenin en uygun yerinden başlıyor;
giderek ülke derinliklerine yayılıyor.
Teşvik sistemleri sıçrama yaratmak için geliştirilse de
anonsu kendinden büyük yatırımlar yapılsa da mekan anlamında gelişme,
ülkenin kendi iç dinamikleri doygunluğa erişerek ilerliyor. Gelişme
"ileriye ve geriye bağlantılarla" ilerliyor; girdi alınan ve girdi
verilen üretim tesislerine yakınlık, özellikle envanter ömürlerinin çok
kısaldığı günümüzde yakınlık ilkesini yatırım kararlarının önemli bir aracı
haline getiriyor.
Yakınlık etkisinin yarattığı "bitişik olanları"
kavramamış olan toplumlarda teşvik sistemleri "aşırı değerlenmiş
beklenti" yaratıyor; beklentiler gerçekleşmeyince de toplumun güveni
kalmıyor. Daha başka bir anlatımla, bağlanan kaynak ile yaratılan sonuçlar
arasında denge kaçabiliyor.
06. Toplanma ilkesi:
Bir yerde çeşitliliğin, renkliliğin ve zenginliğin
yaratılması "toplanma ilkesi" ile sıkı ilişki içindedir. Toplanma
ilkesi, aynı zamanda uzmanlaşma ve işbirliği ile sinerji yaratma anlamına da
gelir. Bir yerde toplanmayla ilgili ciddi bir güdülenme varsa ve "cazibe
merkezi" oluşmuşsa, oraya önce yetenekli insanlar göç ediyor; sonra da
sermaye sahipleri yatırım yapıyor. Sanayi Toplumu aşamasında endüstrilerin
kurulduğu bölgeler, fabrika-odaklı üretimin çekiciliği toplanma sürecini
hızlandırmış ve zenginlik üretmenin tipik merkezleri oluşmuştu. Toplanma
ilkesinin önemini kavramadan kentleşme süreçleri de düzenli yönetilemiyor.
Gelişme ile kentleşme arasındaki doğrudan ilişki çok güçlü olduğu halde,
toplanma ilkesinden habersiz olan yöneticiler " Kır itiyor; kent
çekiyor" algısı nedeniyle, toplumu kırsal kesimde tutabilmek için çok
fazla kaynak israf etmiştir. Oysa gelişme ile kırsal kesimin göç vereceği iyi
anlaşılmış olsaydı, kenti yönetmek önemli hale gelir; başıboş ve düzensiz
kentleşmenin yarattığı pahalı gelişme minimize edilebilirdi. Aileden okula,
teknik gelişmeden yaratıcı alanlara "toplanma ile zenginleşme"
arasındaki bağlamı iyi kavramalıyız; bunun bir "temel değişmez"
olduğunu içselleştirmeliyiz ki gereksiz bakış açılarına dayalı kaynak israfına
yol açmayalım.
07. Kritik yoğunluk ve kritik eşik ilkesi:
Olay ya da olgu bileşenlerinin ve bağlamlarının iç
dinamiklerinin yarattığı gelişmelerin oku hep büyüme yönündedir. Evrenin
sürekli genişlemesi gibi, insanların tasarlayıp örgütledikleri işlerde de
"büyüme eğilimi" doğaldır. Büyümenin belli bir yoğunluğa ve derinliğe
erişmeden önce büyük sayılar yasası gereğince çan eğrisi dağılımı geçerlidir;
en büyük ile en küçüklerin azınlık, ortalama olanların ise ana gövdeyi oluşturması
doğaldır.
Çan eğrisi dağılımında denge durumu vardır. Bileşen ve
bağlamlardaki değişmeler ya da "dış etkenler" denge durumunu bozacak
duruma gelebilir. Süreç kritik yoğunluğu erişince, "normal koşul"
diye adlandırdığımız karşılıklı ilişkilerde çözülmeler başlar.
Her kritik yoğunluk kendi öncülerini yaratır. Daha önce de
belirtildiği gibi, doğa kritik eşikte durmayı sevmez, değişimleri hızlandırır;
mevcut yapıda çözülmeler hızlanır ama, aynı zamanda kuvvet yasaları
"yeniden örülme sürecini" de başlatır. Bu çok temel "gelişme
sabitini" kavradığımız zaman, değişmelerin kritik yoğunluğu ve kritik
eşikler üzerine kafa yorar; alternatif tepki biçimlerini öngörerek, değişim ve
dönüşümün zararlı yanlarını en aza indiren önlemler alabiliriz. "Yeni
normal koşullarını" doğru yönlendirebilir ve doğru bir konumlanma ile
sağlıklı gelecek inşa edebiliriz.
08. Başlangıç noktasına hassas bağlılık ilkesi:
Değişim ve dönüşüm yaşamın özündeki varlığını her zaman
korur. Değişimi yönetme insanlığın bütün zamanlarda öncelikli sorunu olmuştur:
"Başlangıç noktasına hassas bağlılık " değişimi etkin yönetmenin
vazgeçilemez ilkesidir.
Değişim ve dönüşümlerin yarattığı "geçiş
süreçlerini" uygun kaynakları harcayarak yönetebilmemiz için başlangıç
noktasına hassas bağlılık ilkesini içselleştirmemiz gerekir.
Özellikle kaos kuramı ile uğraşanlar; yere düşen bir cismin
çizdiği 90 derecelik yayı eşit parçalara böldüğümüzde, ilk parçadaki hızın,
diğer parçalarda üstel büyüdüğünü kanıtlarlar. O nedenle, herhangi bir
gelişmeyi tasarlarken, ön-araştırmaların iyi yapılması, güçlü ve zayıf yönlerin
belirlenmesi, fırsat ve tehlikelerin değerlendirilmesi, olanak ve kısıtların
net bilgilerle kavranması, ilk hızı belirlemeye bağlıdır.
Başlangıç noktasına hassas bağlılık ilkesini kavramış
olanlar, fizibilite özenine sahiptir. İnsanın kendi yaşamında da başlangıç
noktasına hassas bağlılık ilkesine uygun hareket ederse, öngörerek ve önlem
alarak adımlarını atarsa; yaşam biçimi, yaşam tarzı ve yaşam kalitesini daha
üst düzeylere çıkarabilir. Avcı toplayıcı dönemde, Tarım Toplumu, Sanayi
Toplumu ve Bilgi Toplumu aşamalarında da başlangıç noktasına hassas bağlılık
ilkesi geçerliliğini koruyan temel sabitlerden bir diğeridir.
09. Öğrenmenin edilgenliği ilkesi:
Bir insanda öğrenme isteği ve arayışı yoksa o insanın
merakları diri değilse, öğrenmesi için hiçbir okulun, hiç bir aracın, görsel
malzemenin ve çok yetenekli öğretmenin yapacağı bir şey yoktur. Öğretmenlerin,
araç gereçlerin ve ortamın görevi, öğrenme isteği yaratabilmedir. Bu kural
sadece bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir: Toplumun genel
algısı, günlük meşguliyeti, özellikle de seçkinlerin uğraş alanları ve
odaklandıkları konular gelişme dinamiğinin enerjisidir. Öğrenme olgusunun
edilgen karakterde olması, insanlığı arayış içine iter ve etken hale getirir.
Sadece örgün eğitim-öğretim etkinlerinde değil, yaygın eğitim-öğretim
etkinliklerinde de insanlarda "öğrenme isteği yaratma" temel
sorundur. Öğrenmenim edilgen karakterini kavramadan, yaşamın özünü oluşturan
insan-odaklı çabaları etkin biçimde yönetmemiz zordur. Bütün gelişme
düzlemlerinde, öğrenme olgusunun edilgen yanını bir değişmez olarak ele
almalıyız ki, hayatın öz gerçeklerine yakın önlemleri alabilelim,
enerjilerimizi etkin ve verimli kullanabilelim.
10. Ayrıntı bilgisi eksikliği ve komploculuk ilkesi:
Etkin bir gelişme yaratmanın gerek şartı ayrıntı bilgisi ile
genel eğilimler arasında denge kurmaktır.
Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu aşamalarında olduğu gibi,
Bilgi Toplumu aşamasında da ayrıntı bilgisi yeterli değilse, "komplo
teorileri" üretme kaçınılmaz hale gelir: Karşılaşılan olay ya da olguları
nesnel değerlendiremez, iç tutarlılığından uzaklaşır ve güvenilir insan olma
konusunda aşama kaydedemeyiz. Popüler kültürden beslenen sığ ve güncel bilgiyle
analizlerin tehlikeli yanı öne çıkar. Bu açıdan bakıldığında, hayatın çok temel
değişmezlerinden biri olan " net bilgi ile sağlıklı karar" arasındaki
denge kurulamaz.
Özellikle çok hızla üretilen "büyük veri"
ortamında enformasyona ve bilgi kolaylıkla kirletilebilmektedir. Ayrıntı
bilgisi ile genel eğilimler arasında denge kurma, analitik yetenek kadar; bilgi
ayıklayan mekanizmalar da gerektirmektedir. Yapılan işlerle veri ve bilginin
ayıklanması, anlama düzeyinin yükseltilmesi, geliştirilmiş sezgiler de
gerektiriyor.
Gelecek hafta, toplu yaşamın öğreticiliği ilkesi, aklı
emanet etmeme ilkesi, topluluktan topluma geçme ilkesi, taklitten yaratıcılığa
geçme ilkesi, gerçeklik ve zihni model ilkesi, korku ve tehlike algısı ilkesi
vb. sabitlere değineceğiz.
HAYATIN SABİTLERİ -2
Birey ve toplum yaşamını biçimlendiren, genel geçerliliğini
kısa dönemlerde yitirmeyen "hayatın sabitlerine" ilişkin
düşüncelerimizi bir hafta önce okuyucunun değerlendirmesine açtık. Önceki
yazıda, insan ömrü ve toplum ömrün dengesi, hiyerarşinin mutlaklığı, boşluk
ilkesi, hız ilkesi, yakınlık ilkesi, toplanma ilkesi, kritik yoğunluk ve kritik
eşik ilkesi, başlangıç noktasına hassas bağlılık ilkesi, öğrenmenin edilgen
karakteri, ayrıntı bilgisi eksikliği ve komploculuk ilkesine ilişkin kısa değinmeler
yapıldı. Denememizin bu bölümünde ise "hayatin sabitleri" üzerinde
düşündüklerimizi paylaşmayı sürdüreceğiz.
11.Sosyalleşmenin öğreticiliği ilkesi:
Grup oluşturma ve dışına çıkmama birçok canlıda gözlenen bir
içgüdüsel davranıştır. İnsanlar birlikte oldukları zaman sorunlar yaşar ama,
birlikte olmadan da güvenli bir yaşam sürdüremez. İnsanoğlu, birlikte olmanın
duygusal rahatlığına sığınır.
İnsan aidiyet duygusu ile kendi kişisel kimliği yanında bir
de grup kimliği gibi ikinci bir kimlik sahibi olur. Grup içinde sevdikleri,
sevmedikleri vardır. Son tahlilde ise ortamın düzeni ve güveni için grubun
değerlerine, iradesine, yararlarına, projelerine ve kurumlarına uygun yaşamak
insanı rahatlatır.
Bir grubun içinde yer alma duygusu, fedakarlık, işbirliği, hakimiyet
kurma, karşılıklılık, taraf olma, taraf değiştirme, hile ve ihanet gibi insani
özellikleri de beraberinde getirir. İnsanı özellikler, başkalarının duygularını
anlama olan empati ile düzen ve dinginliğe katkı yapar. Düşman ve dost
duygularını anlama, başkalarının niyetlerini tahmin ederek öngörme ve önlemler
alma, canı, aklı, nesli, malı ve kültürü korumanın yöntemlerini geliştirme,
araç-gereçleri ile donanma, stratejik, taktık ve operasyonel uygulamalar yapma,
hep gruplar halinde yaşamının gerekleridir. Bütün bunlar, sürekli kendini
geliştirmeyi gerektirmektedir.
Biz insanlar kendimiz gibi düşünenlerle bir arada olmaktan
hoşlanırız. Gruplar halinde yaşarken, davranışlarımızı içgüdülerimiz yönettiği
gibi önyargı ve koşullandırmalar da yönlendirir. Kimliklerimizi,
"öteki" iler kurgular ve açıklarız.
İnsanlık 12 bin yıldır sosyal yaşamı geliştiriyor; işbirliği
ihtiyacını kan bağından akrabalığa, sülaleden hemşeriliğe, hemşerilikten
bölgeselliğe, bölgesellikten ulusallığa, ulusallıktan da bütün insanlık ölçeklerine
doğru ilerletiyor.
Sosyalleşme "görerek öğrenmenin" de temel
aracıdır. Gelişme hangi aşamada olursa olsun, insanların öğrenme, güven içinde
olma, dingin yaşama, değerlerini bir nesilden ötekine taşıma vb. ihtiyaçları
için sosyalleşmesini derinleştirmek zorunda. "Sosyalleşme ilkesi"
iletişim olanakları geliştikçe farklı anlamlar kazanıyor. Sosyalleşmenin
niteliğini, hızını ve yönünü kavramadan "beklenti yaratma ve yönetme"
zorlaşıyor.
12.Aklını başkasına emanet etmeme ilkesi:
"İnançtan düşünceye geçiş" aklı özgür tutma ve
akıldan yararlanmanın temel enerjilerinden biridir. İnanç, başkalarının bize
anlattığı, öğrettiği varsayımlara dayalı bir zihni modeli hiç sorgulamadan
benimsemektir. Düşünce ise, karşılaşılan her olgunun nedenlerini, nasıllarını
ve niçinlerini sorgulamadır.
İnançtan düşünceye geçmeden, kulluktan yurttaşlığa da
geçilemiyor.
Çağımız "birey-odaklı" bir eksende gelişiyor:
Kendini sorgulayan, kendinle baş çıkmasını bilen bireyler "akıllarını
başkasına emanet etmedikleri" için, karşılaştığı engelleri daha etkin
biçimde aşabiliyor.
Sorgulamadan alkış tutan, sorgulamadan inanan, hepsinden
önemlisi de sorgulamadan harekete geçen insan "kendi yanılmazlığına
inanmaya" da açıktır.
Sözcüğün tam anlamıyla "insan olabilme" her şeyden
önce, sağlıklı tutmak zorunda olduğumuz aklımızı başkasına emanet etmemeyi
gerektirir.
Temel yaklaşım, "Söylenen her şeye inanmayın ama,
söylenenleri anlamaya çalışın" anlayışı olmalı.
O zaman sadece kendi bilgisine dayanan akıllı adamı aşar,
başkalarının birikimini değerlendiren bilgeliğe yaklaşırız.
O zaman, bilginin paylaşıldıkça büyüyen erdemini ileriye taşımış
oluruz.
13.Topluluktan topluma geçme ilkesi:
Topluluk, insanların birbirlerini düğünde, dernekte, toyda,
oyunda, çarşıda, pazarda, tarlada, tapanda, sokakta, mahallede gözle ve sözle
denetlediği örgütlenme aşamasıdır.
Toplum örgütlenmesi ise, insanların hiç bilmediği,
görmediği, görme olasılığı da olmayan başka insanlar için en iyiyi üretebilme
aşamasına geçmedir; insanların gözetim ve denetimi, huzuru, dinginliği ve
düzeni "kurumların" sorumluluğudur.
Gelişmiş toplum, kurumları işleyen toplumdur. İşleyen
kurumlar, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, insan eliyle yapılan yatırımlardan
oluşan fiziksel sermayeyi, insan kaynağını ve teknolojiyi etkin ve verimli
kullanmanın vazgeçilmez araçlarıdır.
Zamanın oku, topluluk örgütlenmesinin toplum örgütlenmesine
geçiş yönündedir.
Toplum örgütlenmesi değer yaratma zincirinin bütününü
kavrayan bir algı gerektirir; topluluk örgütlenmesindeki indirgemeci mantıktan
hızla uzaklaşılarak derinleştirilir. Toplum örgütlenmesinin temel araçları olan
"işleyen kurumlar", yasal çerçevelerin kendilerine verdikleri görevi
eksiksiz yerine getirmelidir; bu bağlamda "ödünsüz gözetim ve denetimden
sapma", topluluk aşamasından toplum aşamasına geçememiş olmanın temel
göstergelerinden biri olarak kabul edilir.
Gelişme hedefi olan her toplum aynı zamanda,
"topluluktan topluma geçiş sürecini" iyi yönetebilen toplumdur. Bu
temel ilkeyi kavranmayan uluslar, topluluk aşamasını bir türlü aşamamakta,
kaynaklarını etkin kullanamamakta, refah yaratarak paylaşmada ciddi biçimde
zorlanmaktadır.
14.Taklitten yaratıcılığa geçme ilkesi:
Öğrenmenin yollarından biri de
"taklittir"…Başkalarının yaptığını taklit ederiz. Bir süre sonra
taklit ettiklerimizi içselleştiririz. Taklit, tümden küçümsenecek ve sistem
dışına itilecek bir durum değildir.
Esas olan ise taklitten yaratıcılığa geçebilmedir.
İnsanlar taklit ederek, öğrenerek, kullanarak, başkalarının
yaptığı işi en iyi yapanlar düzeyine kendilerini taşıyabilir. Bilinen bir işi
en iyi yapanların düzeyinde yapabilme düzlemine " hüner aşaması"
diyoruz…
Yaratıcılığa ise "hünere akıl katmakla" ulaşılır.
Başkalarından aldığımız, onlar kadar etkin kullanabildiğimiz araç ve yöntemlere
bir ekleme yapabiliyor; onlara değer katıyorsak "yaratıcılık
aşamasına" geçmiş oluruz.
İnsanlığın temel sabitlerinden biri de " taklitten
yaratıcılığa geçiş sürecidir". Bu süreç, avcı-toplayıcı aşamada geçerli
olduğu gibi, yerleşik toplum aşamasında da, sanayi toplumu ve bilgi toplumu
aşamalarında da geçerlidir.
Bugün rekabetin odağında "dönüştürücü inovasyon"
ağırlıklıdır. Dönüştürücü inovayon da küçük ya da büyük demeden yaptığımız işe
sürekli akıl katarak, ölçeği farklı, etkisi değişik yeniliklerin tümünü içerir.
15.Gerçekliğin göreceliği ilkesi:
Howking'in dediği gibi, " Gerçeklik diye bir şey
yoktur; zihni modele göre gerçeklik vardır. Zihni modelinizin varsayımlarını
değiştirirsiniz; gerçekliğiniz de değişir."
Toplumların ulaşmış olduklarından gelişme düzeyinden
bağımsız olarak, gerçeklik algısının temelinde bu "insani sabit"
vardır. Dün uğruna ölümü göze aldığımız ideolojilerin, yarın hiçbir işe
yaramadığı gibi bir sonuçla yüzleşmiş kuşak olduğumuzu anımsamalıyız.
Gerçekliğin göreceliği kavranırsa, Isiah Berlin'in altını
çizdiği , "Bir insanın kendi yanılmazlığına inanmasından daha tehlikeli
bir şey yoktur" anlatımı rehberimiz olabilir.
Gerçeğin göreceli olduğu kavramışsak, empati yapmak ve
diğerkamlık gibi insanı özelliklerimiz daha hızlı gelişir. Çatışma yerine
uzlaşma, insanları itme yerine gelişmelere katma anlayışı öne çıkar.
Tartışmaların gündemleri ve içerikleri farklılaşır, karşılıklı-bağımlılık
ilişkilerinde ilkel bir duygu olan "baskın olma" duygusu yerini,
başkalarının söylediklerini "anlayabilme" çabasına bırakır.
16.Korku ve kaygılar kurtarır da öldürür de:
İnsanda temel içgüdülerden biri de korku ve kaygıdır. Bazı
araştırmacılar, insanın hayatta kalmasını sağlayan "korku ve
kaygının" nekorteksten - bilinç merkezi- çok önce evrimleştiğini ileri
sürer. Beynin temel işlevi, organizmayı içinde bulunduğu ortama göre
ayarlamaktır: Tehdit algısı, kaçma, sığınma ve savaşma refleksleri ile yanıt
bulur.
Yaşamın her aşamasında çaresiz kalır; karşılaştığımız olay
ya da olgulara çözüm bulamazsak kaygılarımız artar. Tanımlanamayan tehlikeler,
risk alanlarını belirleyememe, karar sürecini alt üst eden belirsizlik
koşulları korkularımızı besler; kaygılarımızı büyütür.
Korkular, kaygılar ve tehditler karşısında yaşamı koruma
işlevi gördükleri gibi, bedenimizi ele geçirerek ölüme kadar da götürür.
Korku ve kaygılar yaşam sevinci yaratan bir gelişme
gösterebilir: Öngörme ve önlem alma konusunda başarılarımız, korku ve
kaygılarımızı azaltır. Tersi de doğrudur; özellikle kendi korkularımızdan
korkmaya başladığımızda her şeyimiz alt-üst olabilir.
Bu denemenin sınırları, korkunun nedenlerini, korku
biçimlerini, korkuyu yenme yol ve yöntemleri dışında kalır. Burada anlatılmak
istenen, "korku ve kaygının" insan hayatinin temel sabitlerinden biri
olduğu; karar süreçlerimizi köklü biçimde etkilediğidir.
17.Hata kültürü:
Geleneksel toplumlarda "hata kültürü sınırları"
daha dardır. Testiyi kırmadan önce çocuğunu uyarmayı, daha ileri giderek
dövmeyi öneren bir toplumsal algı varsa, oradan cesur, inisiyatif alan, risk
üstlenen, sürekli arayışla yeni yol ve yöntemler bularak ilerleyen insan kaynağı
zayıf kalır.
Hata kültürünün temeli, öğrenmenin de özünü oluşturur. İnsan
hata yapar; deneyerek, sınayarak öğrenir.
Birey ya da toplum, yanılabilme özgürlüğünü
kullanabilmelidir. Önemli olan hata yapmak değil, hatanın durmadan
yinelenmesidir. Hata yapma özgürlüğü olmalıdır ama, aynı hatanın ikinci kez
yinelenmemesi için özen gösterilmelidir.
"Hata kültürü" de bireysel ve toplumsal gelişmeyi
yönlendiren sabitlerinden bir değeridir.
18.İndirgemeci ve bütüncü bakış ilkesi:
Hayatın çok temel sabitlerinden biri de, bakış açımızın
ufkudur. İnsanlar olguları parçalara ayırarak anlamak, sonra onlardan bütüne
gitmek ister. Bu eğilim Sanayi Toplumu aşamasında başta Batı Ülkeleri olmak
üzere, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bilimsel çalışmalara bile hakim
olmuştur.
Çok somut bir örnek vermek gerekirse, bilim insanları
ekoloji ile evrim süreçlerini ayrı ayrı incelemeyi uzun bir zaman temel yöntem
olarak benimsemiştir. Son 30 yılda ise ekoloji ve evrim birlikte ele
alınmıştır. İndirgemeci, parçalayan ve bölen anlayıştan bütüncül yaklaşıma
geçildiğinde tür ve çeşitlerin performansında hızlı ilerlemeler sağlanmıştır.
Ortalama 5 kilogram süt veren ineklerin ortalama 35 kilogram süt vermesi, et
veriminin yükselmesi, modern seralarda dönüm başına 40 tona yakın verimin
alınması ekoloji ile evrimi birlikte ele alan bakış açısının sonucudur.
Günümüz teknolojisi uzayın sonsuz büyüklüğü ile parçacık
fiziğinin sonsuz küçüğün dengesini arıyor. Genel eğilimlerin fırsat ve
tehlikeleri kadar, kuantum mekaniğinin nano ölçeklerini bilmeden gerekli
gelişmeyi yaratamıyoruz. Parçacı değil bütüncü bakış gelişme yaratmanın gerek
şartlardan birini oluşturuyor.
19. Kendine ayna tutma ilkesi
Geleceği tasarlama ve kurma iddiası olan herkesin bilmesi
gereken "Hayatin sabitlerinden" biri de "kendimize ayna tutma
ilkesidir". Kendimize ayna tutma, çağdaş yönetimin
"geri-bildirim" yönteminin özüdür.
İnsan, hata yaparak ilerler. Kendine ayna tutmasını bilirse
hatasını azaltır; aynı hataları yinelemekten sakınır. Kendine ayna tutmazsa,
bir başka sabit olan "aşırı ve noksan değerlendirmenin" tuzağına
yakalanır.
Amos Oz'un, "Hayatta eli boş dönülmeyen tek yolculuk,
insanın kendi içine yaptığı yolculuktur" saptamasından yola çıkmalıyız.
İçimize yolculuk yapar, kendi zihnimizin boşluklarını yakalarsak, şeytanımızın
bizi yanlış yollara sürüklemesine fırsat vermeyiz.
Kendine ayna tutma özgüveni olan, ünlü Hint atasözünü
anımsamalı, "İşaret parmağınızla başkalarını suçlarken, dikkat ediniz üç
parmağımız kendinize dönüktür!"
Çok hızlı değişen enformasyon ve bilginin sürekli
parçalandığı, işimize yarayan bilginin kirlilikten arındırılmasının çok önemli
hale geldiği çağımızda, sağlıklı karar çerçeveleri oluşturabilmemiz için
sürekli "varsayımlarımızı sorgulama" ve " zihni modeller tasarlama"
gerekiyor.
20. Güven, saygınlık ve ilham verme ilkesi
"Hayatın sabitlerine" kısa değinmeler yaptığımız
bu denemede, liderliğin temel özelliklerinden biri olan " saygı uyandırma
ve ilham verme" özelliği üzerinde de durmalıyız. Bir olaya, olguya,
tutuma, yaşam biçimi ve yaşam tarzına "hayatin sabiti" denebilmesi
için, onun avcı-toplayıcı dönemde de, yerleşik düzende de, sanayi toplumu
aşamasında da, bilgi toplumu aşamasında da geçerli olması gerek.
Güven çok temel ilkedir. Birlikte yaşamak zorunda olan,
ortak değerleri, ortak iradeyi, ortak yararları, ortak çıkarları, ortak
projeleri ve ortak kurumları olan toplumlar sağlıklı gelişebiliyor. Eğer bu
anlatımın "ortaklık" kavramını temel alıyorsak; aynı zamanda
"güvene dayalı" olmayı benimsemiş oluruz. Barış, özgürlük, gelişme ve
refah gibi olgular, ortak yaşamın güvene dayanan omurgası bizi ayağa kaldırır,
yürütür, ilerlememizi sağlar ve geliştirir.
Toplumda güven yaratan insanlar "rol modeli"
olabilen ve çevresine "ilham verenlerdir". Söz konusu özelliklere
sahip insanlar toplumlarını ilerletir; tersi özellikler ise geriletir ve kaynak
israfına yol açar…
Güvenilen ve ilham veren insanlar, aynı zamanda saygındır.
Hangi gelişme aşamasında olursak olalım "saygınlık" için güven ve
ilham verici olmalıyız.
HAYATIN SABİTLERİ -3
Denememizin bu bölümünde çok kısaca değinildiği gibi,
canlıların ve fikirlerin karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinin yarattığı sinerji,
"çıktısı girdisinden daha yüksek olay, olgu, tutum ve davranışlara "
kaynaklık ediyor. Kendini sürekli yeniden üreten mekanizmalar giderek daha
ayrıntılı biçimde incelenebiliyor. Ayrıntılı incelemeler, yapının, işlev ve
kültürü ayakta tutan şeyin "tekrar" olduğunu kanıtlıyor: Biz bu
tekrarlanan yapı sonsuza kadar mutlak olmasa da, insan ömrüne göre çok uzun
olduğu için onları "hayatin sabitleri" diye adlandırıyoruz. Bu
denemede düşüncelerimizi, "Hayatın sabitlerini kavramadan değişimin
niteliğini, niceliğini, hızını ve yönünü kavrayamayız" varsayımına
dayandırıyoruz. Önceki yazılarda 20 kadar hayat sabitini not etmeye çalıştık.
Bu yazıda ve diğerlerinde, öteki yazılar gibi tartışmaya açık genellemelerimizi
paylaşacağız.
21.Güç kullanma
ilkesi
Toplumsal gelişmenin bütün aşamalarında geçerliliğini
koruyan bir "sabitimiz" de "güç kullanma ilkesidir". Bu
ilke, gücünüzün sınırlarını bilin, gücünüzü kullanma zamanını iyi hesaplayın,
asıl önemlisi gücünüzü kullandıktan sonra size nasıl döneceğini iyi hesaplayın
düsturuna dayanır. Bu ilke, insan kendini fark ettiği ve topluca yaşamaya
başladığı günden bugünü geçerliliğini korur.
Özellikle siyasette, güçlü olanların "haklı" gibi
gözüktüklerini; güçlerini ilke ve yasalarla sınırlamazlarsa, büyüttükleri ve
şişirdikleri güçlerinin altında boğulup kaldıklarına insanlık çok kez tanıklık
etmiştir. Aziz Nesin'in "Kargaların Seçtiği Padişah" adlı büyükler
için yazdığı masalında, ne yapmasını bilmeyenlerin uğrayacakları sonucun, karga
tersi altında kalma olacağı çok net anlatılır.
Şişirilmiş özgüven de, aşırı değerlendirilmiş ve kendini
vurmaya dönük güvensizlik de benzer sonuçlar yaratır: Enerjimizin israf
edilmesi.
Bugün en gelişmiş toplumdan, en az gelişmiş toplumuna
"kaba güç" ve "yumuşak güç" tartışmaları yapılmaktadır.
İnsanın doğuştan yarısının iyi, yarısının kötü öz taşıdığını ileri süren, bir
bakışa göre bunu iyi yönetmenin "eğitimle", diğer bakışa göre
"iktidar kurumlarına hakim olma" ile gerçekleşeceğini söyleyen
akımlar nedeniyle çok canlar yanmış, çok çileler çekilmiştir.
Gücünü sorgulamayan bir insan, iyi bir aile reisi, çalışan,
iş insanı, yönetici ve yurttaş olma şansına sahip değil. İnsan olma
"kendine fren koyma ilkesi" ile mümkün….
22.İşi ehline verme ilkesi
Maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını
kolaylaştırmanın odağından her zaman insan vardır. Avcı- toplayıcı dönemde,
yerleşik düzende ve sanayileşme sürecinde "insanın fizik gücü" görece
farklılık gösterse de önemini korumuştur. Bilgi Toplumu aşamasında ise, insanın
fizik gücü görece gerilemiş, zihin gücü öne çıkmıştır.
Maddi ve kültürel zenginlik üretiminde insanın zihin gücünün
öne çıkması, üretimi insan-odaklı olmaktan çıkarmamış, tam tersine analitik
yeteneği yüksek, zihinsel gücü gelişmiş, tasarım yapan ve tasarımlarını
piyasaya taşıyan insanlar önem kazanmıştır.
Üretim ilişkileri ve istihdam ağırlıkları bilgi-odağına
kayınca, insan fizik emeği yerine zihin emeği daha da öne çıkmıştır.
Üretimin odağında insan vardır; şi "ehil insana teslim
etme" ilkesi her zaman geçerli olacakır.
Avcı-toplayıcı dönemde yenilebilir otların, meyvelerin,
sığınılabilir mağaraların yerlerini iyi bilen, av hayvanlarının izini sürme
konusunda deneyim kazanan insanlar toplumun en değerli kişileri olmuştur. Bugün
de, üretimi hızlanan, üretimdeki artışla birlikte kirliliği de artan bilgiyi
analiz ederek, işimize yarayan ve yaramayan bilgileri ayıklayan "analitik
yetenekleri olan insanın" değeri artıyor.
Nitelikli insanın uğraş alanı, kullandığı zihinsel teknikler
değişe de, gördüğü işlev aynıdır; bu nedenle "işin ehli" olan insanın
değeri hızla yükseiyor. İyi yönetici de, bindiğim at benden akıllı olmasın
mantığından hareket ederek sadık ve itaatkar insan yerine, doğruyu gösteren,
erken uyarı yapan insanla çalışırsa başarılı olabilir. Küçük ya da büyük
işyerlerinde başarılı olan yönetimlerin belirgin özelliği, işleri ehil olana
teslim etme yeteneklerinin olmasıdır.
"Bindiğim at benden akıllı olmasın" özgüvensizliği
ile yola çıkan yönetimler başarılı olamıyor. Ehliyet yerine, sorgusuz itaat,
körü körüne bağlılık arayan yönetimler başarılı o lamıyor.
23.Rollerin mutlakıyeti ilkesi
Her insanın kendine özgü "değerleri" vardır; bu
değerler "iradesini" yönlendirir; değerler ve irade
"çıkarları" tarafından beslenir. Değer, irade ve çıkarlar bireyin
geleceğe yönelik "projelerinin" sınırlarını çizer.
Diğer insanlarla olan ilişkilerde, daha önceden belirlenmiş
rolleri benimseriz; karşımızdakinin de bilinen rollerden birini benimsemesini
isteriz. Eğer taraflardan biri beklendiği gibi davranmazsa, rolünü oynamayı
reddederse, rol dağıtımı küçümsenirse hayatımızın en kırılgan yanı ortaya
çıkar. Ahmet Altan'ın bir yazısında köpeğini gezdiren bir Parisli zengininin;
metronun ısıtma sisteminin mazgalı üzerinde yatan bir yoksula yüklüce bir para
verdiği halde, yoksul insandan hiç tepki almamasının yarattığı kırılganlığı
anlatır…Birkaç kez metroda mazgal üzerinde yatan yoksula para veren zengin,
onun yüzünde hiçbir mihnet belirtisi görmeyince, öfkelenir; Paris'i terkedip
taşrada yerleşir…Paris'e döndüğünde, içindeki duygular onu metrodaki dilenciyi
görmek için güçlü bir içsel dalga yaratır; ilk iş yoksul insanı gördüğü yere
gitmektir. Zenginin kendine "yardım eden rolü" biçmiş olması, yardım
karşısında "mihnet duygusu" beklentisinin karşılığını bulmaması iç
dünyasında alt üst oluşlar yaratmıştır.
İbrahim Peygamber 'in yaşamından kesitler anlatan kitaptan
küçük bir alıntı yapalım:
" Zohar'ın oğlu Ephron ve Hebron İbrahim Peygambere
aile mezarlığı için bedelsiz bir yer vermek isterler. "Al senin
olsun" derler İbrahim Peygambere. Ancak İbrahim Peygamber bu öneriyi kabul
etmez. Bedelini ödemek için ısrar eder. Eğer bedeli ödenmezse bunu kabul
etmeyeceğini söyler. Neden sonra Ephron ve Hebron kardeşler parayı almayı kabul
eder. İbrahim Peygamber de Macpelah mağarasını satın alır; öldükten sonra
karısı Sarah ile birlikte oraya gömülür"
İbrahim Peygamber "bağış alan adam rolünü"
üstlenmek istemez. Bilmektedir ki, kişinin üstlendiği rol, er ya da geç
ilişkilerinin dinamiğini belirleyecektir. Bir peygamberin de böyle bir tuzağa
düşmesi doğru olmayacaktır.
"Rollerin mutlakiyeti ilkesi" insanın bulunduğu
her aşamada geçerli olan sabitlerimiz arasında güçlü bir konuma sahiptir. Bu
çok temel ilkeyi bilmeden, kavramadan herhangi bir işi tam, doğru ve düzgün
biçimde yapamayız.
24.Bakma ve görme ilkesi
Halkımızın akıl birikimi, "…devenin nalbant dükkanına
baktığı gibi bakma!" der…Deve toynağı olmadığı için nalın, nal çivisinin
acısının farkında ve bilincinde değildir; nalbant çiviyi çakarken seyirlik
bakışı vardır.
Bakmak bilinç dışı
bir eylemdir; karşılaştığımız olay ya da olgulara "bakarız" ama,
"gördüğümüzü" ileri süremeyiz. Görmek, çakılan çivinin ustaca
çakılmadığı zaman yara açtığını can yaktığını ve acı çektirdiğinin farkında
olmaktır. Görmek bilinçle, sorgulayarak, etki-tepki biçimlerini anlayarak,
gözlediğimiz olay ya da olgulara gözümüz yanında zihnimizi de katmaktır.
Dünyanın en zor işi "tanıklık" tır…Aynı olayı
görmüş iki kişinin anlatımını dinlediği zaman hakimler çok farklı algılarla
karşılaşır; bir birine zıt olan yargılara ulaşıldığını saptarlar. Eğer o anda
bilinçli biçimde gelişmeyi zihin süzgecinden geçirmez, neden ve niçinlerini sorgulamazsa,
sadece bakan biri ile gören arasında büyük algı farkları oluşur.
Görmek, olay ya da
olgunun neden ve niçinlerini bilmek kadar; gelişmeyi yaratan arka plana da
hakim olduğumuz zaman derinleşir. Ayrıntı bilgisine sahip değilsek, genel
eğilimlerin fırsat ve tehlikeleri ile ayrıntı bilgisi arasında denge
kuramıyorsak; çoğu kez "akılcı" uygulamalardan saparız.
İnsanın görebilmesi için konuya hakim olma gerek
şarttır…Ciddi istihbarat örgütleri, " Meşhuru meçhule izletmeyin"
ilkesine uyarlar. Bilirler ki, az bilgisi olan insan, kendinden daha bilgili
birini izliyorsa, izlenen kişinin ne dediklerini tam olarak
"anlayamadığı" zaman değerlendirme hataları artar. O nedenle, izlenen
bir kişi, olay ya da olguyu anlayacak kadar bilgiye, görebilecek bilince sahip
olmayanların "haksız değerlendirme" yapması olasılığını hep akılda
diri tutarak, "görme ve bakma ilkesine" unutmayarak çalıma insanı bir
ödevdir.
Bakan değil, gören insan olmak bizi gerçek insanlığa
yaklaştırır.
25.Kaynak kıtlığı ilkesi:
Peter R. Diamanidis ve Steven Kotler'in "Bolluk Çağı/
Gelecek Daha Güzel Olacak" kitabında, teknolojinin insanlığın önünü
açacağını kanıtlamaya çalışan çok sayıda örnek olmasına karşın, "kıtlık
ilkesi" her zaman geçerlidir ve hayatin sabiti olma özelliğini koruyacaktır.
İnsanın fizik enerjisi son derece sınırlıdır; fizik gücü
bakımından insan birçok canlının çok gerisinde kalır. Düş gücü dikkate
alındığında, insanın sonsuz enerjisi olduğunu görürüz. Bu düş gücü, isteklerini
ve beklentilerini de büyütür. Bu nedenle, insanın çıplak gücüyle yapamadığını,
aklını kullanarak bulduğu araç ve metotlarla yapılması olan
"teknoloji" ne kadar gelişirse gelişsin, insanın sonsuza açık
beklentilerini karşılama şansına sahip değildir.
İsteklerin sonsuz, kaynakların sınırlı olması "kaynak
bilinci" yaratır… Yeraltı ve yerüstü kaynakları, insan eliyle oluşturulan
fiziki sermayeyi, insan kaynağını ve teknolojiyi etkin ve verimli kullanmaya
bizi götürecek olan "kaynak bilincimiz" olacaktır. Kaynakların doğru
yerde, doğru zamanda, doğru miktarda ve doğru amaçlar için kullanılmasının
gereği olan kaynak bilinci işlerimizi "planlı yapmaya" götürmelidir.
İhtiyaçlarımız ile
olanak ve kısıtlarımız arasında denge kurmak, akılcılığın temel bileşenlerinden
biridir. O nedenle, kaynakların kıt olması ilkesinin farkında olmayan,
bilincini geliştirmeyen ve bilincini yükseltmeyen insanlar israf batağına
saplanır.
26.Kaynak bolluğu sendromu:
İnsanın bilincini geliştiren, öngören ve önlem alan,
öncelikleri belirleyerek planlı hareket edebilen canlı olmasına karşın, bol
kaynaklara eriştiği zaman israfa kaçtığını, kaynaklarını çarçur ettiğini
sayısız örneklerinden biliyoruz.
Bazı iktisatçıların "Hollanda sendromu" dediği bu
olgu, çoğu zaman ekonomilerin sağlıklı büyümelerinin önünde engel oluşturduğu
ileri süren bilim insanları da var.
Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmaları, kaynak bolluğu
ile sağlıklı büyüme arasında doğrusal bir ilişki olmadığını kanıtlıyor.
Yetişkin insan kaynağına dayanan, işleyen kurumlar yaratan,
kaynak değerlendirme bilinci yükselmiş ülkeler daha sürdürülebilir büyüme
yaratabiliyor ve sonuç alabiliyor.
Bol kaynak sahibi olmanın yarattığı disiplinsizlik,
tembellik, açgözlülük ve sorumsuzluk verimliliği azaltır. Bol kaynak, kaynak
yaratma çabası yerine var olan kaynakları paylaşma anlayışını besler.
Kıt kaynaklarda insanların fizik ve düş enerjilerini üretme
ve kendini kanıtlamaya yönelttiğini, bol kaynakları yönetecek deneyim ve
birikimlerimiz yoksa, savurganlığı öne çıkardığını biliyoruz. Bu bilgi bizi
" kaynak bolluğu sendromunun" da hayatin sabitlerinden biri olduğu
düşüncesine taşıyor.
27.Eşdeğerlilik ilkesi:
Ray Huang'in "Çin Tarihi/Bir Makro Tarih
Yaklaşımı" adlı kitabının önsözünde Attila Sönmez'in tanımından yola
çıkalım:
" Modernleşme, tarımsal ekonomideki geleneksel
kurallara dayalı ticaret yerine, eşdeğerlilik ilkesine dayalı ticarete
geçiştir. Malların modern ticarete konu olabilmesi için piyasada çeşitli mal ve
hizmet değerlerinin serbestçe belirlenmesi gerekir. Öyle ki, alış-veriş
işleminin her iki taraf için verimli olabilmesi, her an için her mal ve
hizmetin diğer mal hizmetler karşısındaki değerinin bilinesine bağlıdır (…)
Modern ticaret sisteminin işlemesi için mal ve hizmetlerin eşdeğerliliğinin
yargı organlarınca, gerektiğinde zorla kabul ettirilmesi gerekir. Bu da
arkasında, sözleşmelerin herkes için bağlayıcılığı ilkesini getirir. Bu sadece
yasalar ve yargı sisteminin modernleşmesini değil, kanun önünde eşitlik
ilkesini de beraberinde getirir. Yurttaşların kanun önünde eşitlik ilkesinin
kabulü , kaçınılmaz olarak bütün siyasal sistemi, devlet organlarının kuruluş
ve işleyişini de modernleştirir."
Etkin bir hukuk sistemi olmadan serbest ve adil piyasadan
söz edemeyiz. Serbest ve adil piyasa yoksa, girişimcilerin "şans
eşitliği" de yoktur. Gizli ve açık korumaların etkisi altında rekabet söz
konusu ise "haksız rekabet" kaçınılmaz olur; yetkin ve becerikli
olanın aleyhine bir işleyiş da yaratabilir.
Toplumlar hangi gelişme düzeyinde olursa olsun, eşdeğerlilik
ilkesi gelişmenin itici güçlerinden biridir. Eşdeğerlilik ilkesinin hayata
taşınmadığı toplumlarda, haksız kazancın önüne geçilemez; orta ve uzun dönemde
güven sarsılarak, toplumsal bağların çözülmesi önlenemez.
28.Farklı dönemlere ait olanın eş zamanlılığı ilkesi
Evren genişliyor, dünyamız da sürekli değişiyor. Zamanın
akışı içinde, değişenler yanında değişmeyenler de varlığını korur.
Değişmeyenlerin "hayatın sabiti" olduğunun en güzel kanıtı Aborijin
duasıdır: "Tanrım değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirebilmem için bana
güç ver… Tanrım, değiştirilmez olanları kabullenebilmem için bana sabır ver...
Tanrım, nelerin değiştirilebilir, nelerin değiştirilemez olduğunu anlayabilmem
için bana akıl ver!"
Sosyolojinin çok temel ilkelerinden biri de, "farklı
dönemlere ait olanların eş zamanlılığı ilkesidir": Tohumun toprağa
atılarak yerleşik düzene geçilişinden bu yana 12 bin yılı aşmıştır ama toprağı
sürmek için bir çatal ağacın kullanılması ile ortaya çıkan sabanı hala bugün
kullanılan insanlar vardır.
Bir değişim ve dönüşüm olduğu zaman, bir önceki aşamanın
araç, gereç ve metotlarının tümden silindiğini, yok olduğunu düşünmemiz hata
olur. Araç, gereç ve metotlar yaşam biçimimizi, yaşam tarzımızı ve yaşam
kalitemizi değiştirir ama tümden ortadan silmez…
Değişim ve dönüşümün "ara formlarını", gelişmeyi
besleyen ve engelleyen yönlerini bilmeden hayatı, işi ve toplumsal sistemi
etkin yönetmemiz kolay olmayacaktır. Farklı dönemlere ait olanların eş
zamanlılığı ilkesini kavramışsak, analizlerimizi bir du pencereden değerlendirir;
"çoklu düşüncenin" kapsayıcı etkilerinden yararlanabiliriz.
29.Fraktal davranış ve tekrarlama ilkesi:
Gerd Benning'le yapılan bir söyleşide yaratıcı-yenilikçi
bakışı anlatılırken, canlıların ve fikirlerin arasındaki ilişkiler ve
işbirliklerinden doğan sinerji fraktal kavramı ile açıklanır.
Geride bıraktığımız yüzyılda bilim alanındaki temel
eğilimlerden biri, sorunlar ele alınırken analiz kolaylığı olsun diye "
kuşatılabilir parçalara" bölmekti. Parçalara ayırma yöntemi "tek
ölçülü düşünce" denen bir anlayışa dayandırılırdı. Benoit Mandelbot ve
Kenneth Wilson çalışmalarında "çok ölçülü düşünce" akımına öncülük
ettiler. Bilim ve teknolojideki gelişmeler ayrıntıları isteğimiz kadar büyütme
olanakları yaratınca, birbirini tekrarlayan yapı örnekleri gözlendi.
Mandelbot'un saptamasına göre bu tekrarlanma sadece yapılarda değil, süreçlerde
de geçerliydi. Süreçler de kendine benzerlik özelliği taşıyordu. Küçük planda
değişiklikler, toplanıp büyük değişiklikler yaratıyordu, büyük ölçekli
değişiklikler tekrar küçük plandaki deşmeleri yönlendiriyordu.
Üzerinde çalıştığımız sorunlarda "tekrarlayan yapı
özelliklerini" kavramak, hem sistem kapasitesini kavramamızı
kolaylaştırır; hem de entelektüel kapasitemizi etkin ve verimli kullanma
fırsatı yaratır. Değişmez olanları saptadıktan sonra, enerjimizi değişmelere
odaklar daha etkin sonuçlar üretebiliriz.
Karar verirken, yapının değişen ve değişmeyen bileşenlerini
ve bağlamlarını düşünmeden, net bilgi sahibi olmadan, kaynakları etkin
koordinasyonunu sağlamadan ve iş üzerine odaklanmadan hayatin gerçekliğine
yaklaşılamıyor. Margaret Wertheim' in de belirttiği gibi, fraktalların
"kendine benzerlik" özelliğini kavramadan, her bir küçük parçanın
kendi içerisinde dıştaki kadar zengin ve aynı karmaşıklıktaki parçalardan oluştuğunu
kavramadan ve anlamadan betimleyemiyor; sonuçları da belirleyemiyoruz.
30.Kaleler savunma kadar kaçmak için de yapılır
Yanlış anımsamıyorsam Akira Kurosava'nın filmindeydi… Köy
muhtarı savunmak için kale yapmaya çalışan Samuray Reisine, korumanın bir
yerini çok zayıf, bir tekme ile yıkılacak zayıflıkta bırakılmasının nedenini
söylüyordu… Köylü kuşkuculuğu ile bunun tehlike yaratıp yaratmayacağını merak
eden köylüye, Samuray Reisi " Kaleler sadece savunmak için değil, kaçmak
için de yapılır" diyordu.
Tek bir amaca, o amaçtan türeyen düşüncelere saplanıp kalmak
genellikle sorun yaratır. Dualite ilkesi nedeniyle olguların yararlı yanları
kadar zararlı yanları da olabilir. Yaşamın değişim dinamiklerini izlemek,
değişen koşullara göre tepkiler geliştirmek gerekir.
İnsanlarla karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinde "kesin
ifade" ve "tek doğru" algısı bir "sapmadır". Bugün
bizim için "doğru" gibi gözüken, yarın tümden "yanlış"
olarak değerlendirilebilir. İlişkilerde, hiçbir fikre, düşünceye, ideolojiye ve
inanca mutlak anlamda angaje olmamak gerekir.
Kalelerin sadece savunmak için değil, kaçmak içinde
yapıldığı bilinciyle, karşılıklı-bağımlılık ilişkilerinde bütün köprüleri atan
sert çıkışlardan kaçınmalı, her zaman "açık kapı" bırakan bir tutum
izlemeliyiz.
HAYATIN SABİTLERİ -4
"Kin insan yüreğine yük, zihnine gölgedir…"
Denememizin bu bölümünde "bakış açısı",
"empati", "kendi yanılmazlığımıza inanma", "aşırı ve
noksan değerlendirme", "insan yaşamını kolaylaştırma", "
adil olma", " ekonomik akılcılık", "kin ve öfkenin
yıkıcılığı" ve "geçiş süreçlerini yönetme" gibi sabitler
üzerinde kısa açıklamalar yapacağız. Söz konusu ilkeleri farklı biçimde
değerlendirmek mümkün. Nereden, hangi içerik ve bağlamları ile ele aldığımız,
anlatım biçimini etkiler. Bizim "sabit" dediğimize siz çok "
esnek ve göreceli" diyebilirsiniz. Denemenin bu bölümünde paylaşılan 10
ilke ile 40 ilkeyi paylaşmış olacağız..
31. Bakış açısının temel girdi olması:
İnsan, birikim, bakış açısı, bilinç, buluş, beklenti ve
bereket üretme sürecinde anlam bulur.
İnsanlar doğuştan meraklıdır; çevreyi gözleme, fırsat ve
tehlikeleri algılama, olanak ve kısıtları saptama vb. dinamiklerine göre
değerler oluşturur. Değerler de kültürü yönlendirir; davranışlarla yaşam biçimi
haline gelir; yaşam tarzları oluşur ve son çözümlemede yaşam zenginliğine
ulaşılır.
Bakış açımızı, kendi deneyimlerimizle ulaştığımız
genellemeler kadar, öğretilmiş bilgilerimiz de belirler.
Bakış açımızın tutarlılığı ve sorun çözücü olması,
eriştiğimiz "verilerin" sağlıklı olmasına bağlıdır. Verilerin uygun
bir yöntemle "malumata" dönüştürülmesi ilk adımdır. Malumatların
"bilgi" haline getirilmesi bir sonraki adım. Bilgilerin
sezgilerimizle de besleyerek "anlamaya" dönüştürülmesi ise bilginin
yarar üretmeye dönük araç olmasını sağlar.
Anlamaya dönüşen bilgi, aynı zamanda "bilginin fırsat
alanını" fark etme aşamasıdır.
Tutarlı bakış açısı, çevremizde analizi, eğilimlerin fırsat
ve tehlikelerini kavrama, kendi olanak ve kısıtlarını net olarak tanımlama ile
oluşur.
Bakış açısı öngörülerimizi etkiler; önlemlerimizin
çerçevesini çizer, kaynaklarımızı kullanma tarzımızı ve verimlilik düzeyini
belirler. Bakış açısı düzeyinin yükseltilmesi, son çözümlemede maddi ve
kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını kolaylaştırma amacına erişmemizin de
belirleyicisidir.
32. Empati yeteneği ve insan-odaklı olma :
"İnsan ömrünün kısalığı ve ölüm bilincine sahip olma
ilkesini" anımsayalım: İnsanda kısa ömrüne çok şey sığdırma eğilimini
güçlüdür. Bu eğilim insandaki "ben merkezci özü" diri tutar.
"Empati" en yalın tanımı ile "kendimizi
başkasının yerine koyabilme" yeteneğidir. "Onun yerinde ben olsaydım
nasıl davranmasını isterdim" sorusuyla yola çıkmak, empatik ilk adımın atılmasıdır.
Bir insanın empati yapabilmesi için deneyim ve birikiminin
yeterli olması, özgüveninin gelişmesi, toplumsal ilişkilerinin önemini
kavraması gerekir. Kısa dönemli çıkarlar ile uzun dönemli geleceği güven altına
almanın dengelerini zihninde netleştirmeden ve hepsinden önemlisi de
"kendine fren koyma ilkesini" içselleştirmeden empati bir yaşam
biçimi haline gelmez.
Sözel anlatımda "insan-odaklı olma" kulağa hoş
gelse de, bireylerin zayıf yanlarından biri "kendini aşabilme
zorluğudur". Gerçek anlamı ile empati yapabilmemiz için çok iyi yetişmiş,
özgüven kazanmış, korku ve kaygılarımızdan arınmış olmalıyız.
Kısa dönemli düşünme ve kaba çıkarcılık tarihin her
döneminde kötü iz bırakan bir tutum olduğu halde, "insanın olduğu yerde
hiçbir şeye şaşma" ilkesi de geçerliliğini korumakta; insanlar umulmadık
yerde, umulmadık koşullarda ve umulmadık zamanlarda farklı davranışlar
göstermekte, "kendiyle baş edebilme" konusunda zaaf göstermektedir.
İnsanlar için en kolay iş, suçu başkasına atarak
rahatlamadır… Oysa kültürümüzde, "Yörük sırtından kurban kesmenin"
sakıncası anlatılır; "Karpuz keserek yürek ferahlatmanın" sonuç
vermediği sıklıkla söylenir; önemli olanın kendimizle ve kendi şeytanımızla baş
etmek olduğu vurgulanır.
Bağlantılı olmaktan bağlılığa, bağlılıktan bağımlılığa,
bağımlılıktan süper bağımlılığa oradan da hiper bağımlı olmaya doğru ilerleyen
insanlığın geleceğini derinden etkileyecek olanlar arasında "empati ve
insan odaklı olma ilkesi" yer alacaktır.
33. Kendi yanılmazlığına inanmanın yıkıcılığı ilkesi
"Empati ve insan odaklı olabilme ilkesinin"
uygulanmasının gerek şartı " kendi yanılmazlığımıza inanmaktan
vazgeçmedir". İsiah Berlin'in dediği gibi, "Bir insanın kendi
yanılmazlığına inanmasından daha tehlikeli ve korkunç bir şey yoktur".
Daha önce tartıştığımız "hata kültürü" insandaki
gelişmenin özüdür; insan gelişebilmek için yanılabilmelidir ama aynı
yanılgıları durmadan yinelememelidir.
Kendi yanılmazlığımıza inandığımız zaman, başkalarının
düşüncesi önemini yitirir.
Kendi yanılmazlığımıza inandığımız zaman, kendi
doğrularımız, başkalarının doğrularına karşı akıl gözümüz körleşir.
Kendi yanılmazlığımıza inandığımız zaman, bilgiyi paylaşma,
uzlaşma, ortak akıl, ortak irade, ortak değer, ortak proje ve ortak kurumlar
yaratma gibi " çoklu düşünce erdemine" ihtiyaç kalmaz.
Kendi yanılmazlığımıza inanma, birleştirici değil
ayırıcıdır… Üretken değil, kısırlaştırıcıdır. Uzlaşmacı değil, çatışmacıdır.
Kaynak verimi yaratan değil, israfçıdır.
34. Aşırı ve noksan değerlendirme ilkesi:
"Akılcılık ilkesini" çürüten kurt; "aşırı ve
noksan değerlendirme ilkesinde" saklanır.
Aşırı ya da noksan değerlendirmenin temel nedeni eksik
bilgidir. Eksik bilgi, olanak ve kısıtlarımızı abartan ya da küçümseyen bir
algıya neden olur.
Aşırı değerlendirme, diğer bir anlatımla, abartı; fırsat ve
tehlikeler ile olanak ve kısıtlarımız arasında tutarlı dengeler kurma yerine,
"…ben en büyüğüm" algısını öne çıkarır; güç algısını bir çiğ gibi
büyütür; ilkelerle sınır koyulmadığı zaman o güç algısı kendini boğmaya başlar.
Hitler'in dünyaya hakim olma konusundaki aşırı değerlendirmesi geçtiğimiz
yüzyılın en büyük insanlık dramını yaratmış, Alman ulusunun da ezip geçilmesi
sonucunu yaratmıştır.
Tersi de doğrudur… Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun çöküş
sürecinden sonra "…biz adam olmayız" algısı, eziklik ve garibanlık
anlayışı toplumumuzun zihni derinliklerine sinmiş; toplu iğne bile üretemeyen
toplum algısı "girişimci enerjisini" baskı altına almıştır.
Aşırı değerlendirme "maceraya", noksan
değerlendirme de "akıl körlüğüne" götüren yoldur…
Doğada "denge" vardır; yaşadığımız evren
"kritik eşiklerin evreni" değildir…Her büyük değişim ve dönüşüm kendi
"yeni normalini" mutlaka yaratır…Biz, fırsat ve tehlikeler ile olanak
ve kısıtlarımız arasında "dengeyi" arar; bunun için gerekli
sondajları yapar, verileri derler, malumatı üretir, bilgiyi hazırlar, işimize
yarayan bilgiyi sentezler ve anlamayı derinleştirirsek, Demirel'in
yaygınlaştırdığı "çare tükenmez" sözünün gerçekliğini de anlarız.
35. Temel amaç: İnsan yaşamını kolaylaştırma:
Orhan Pamuk'un "roman sanatı" konusundaki
denemelerinde sıklıkla yinelediği gibi, bir romanı etkili kılan onun
"merkez düşüncesidir".
Hiç kuşku duymayalım ki, iş yaşamında başarılı olmanın gerek
şartı da " maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını
kolaylaştırma" temel ilkesine uymadır.
"Aç insanın önce kendi inançlarını yediğini"
halkımız akıl birikimi binlerce yılın deneyimden çıkarır.
Sovyetler Birliği Dönemi'nin son bulduğu günlerde
Gürcistan'a gitmiştim… Başkent Tiflis'te çok sayıdaki tiyatroya gitmiş;
hepsinin dolu olduğunu görmüş ve şaşırmıştım. Aradan beş yıl geçtikten sonra,
sistemin hızla çözülme sürecinde yolum bir kez daha Tiflis'e düştü… İlk
gittiğimde beni dolaştıran dostum Guram Galogre'ye haber vermeden tiyatroları
dolaştım… Tiyatrolarda gördüğüm manzara beni hüzünlendirdi.
Guram Galogre ile karşılaştığımda, " Tiyatrolara ne
oluyor?" diye sordum… Deneyimli bir insan olan Galogre, daha sorumu
bitirmeden, " Rüştü Bey, Rüştü Bey, kültür paranın izine basarak
ilerler!" dedi.
Bir toplumun insanları, maddi ve kültürel zenginlik üreterek
insan yaşamını kolaylaştırma ilkesini içselleştirmemiş; bu ilke yaygın olarak
paylaşılan bir düşünce olmamışsa, o toplumun işi çok zorlaşacaktır.
İnsan yaşamını kolaylaştırma ilkesi, bizim kaynak yaratma,
geliştirme ve verimli değerlendirme bilincimizi yükseltir; günübirlik güdülerin
tutsağı olma yerine, planlı, programlı, disiplinli bir gelişme yaratma
anlayışına taşır.
Bir insanın zihninde meşrulaştırdığı sevdası varsa, o insan
sevdasının peşinde enerjisini etkin ve verimli kullanabilir. İnsan yaşamını
kolaylaştırma sevdasının peşine takılmış bir toplum, nicelik kadar niteliği de
gelişen bir kalkınma yaratır.
36. Adil olmanın birleştiriciliği ilkesi:
İnsanların güven yaratmaları, adil olmalarına, içsel
tutarlılıklarını davranışları ile kanıtlamalarına bağlıdır.
İnanç sisteminde çok sık kullanılan bir sözü
anımsayalım:" Bin yıl ibaret etmektense, bir an adaletle uğraşmak yeğdir.
"
Adalet bilinci, bizim haklarımız başkalarının hakları ile
sınırlı olduğu kavrama ve ona göre davranmadır.
Adalet bilinci, bizim fiziki ve fikri enerjimizle hak
etmediğimiz, kurnazlıklarla etmeye karşı durabilmemizdir.
Adalet bilinci, başka insanların sorunlarına duyarlı olma;
gerekirse eşitsizlik ve haksızların önüne duvar örebilmedir.
İnsandaki hiçbir duygu, adalet duygusu kadar uzun soluklu
birleştiricilik yaratamaz.
37. Akılcılık ve kaynak verimi ilkesi:
Akılcılık, dünya genelindeki eğilimlerin fırsat ve
tehlikeleri ile kendi olanak ve kısıtlarımız arasında denge kurabilmedir. Akıl,
çevremizdeki değişim ve dönüşümlere uyumdur.
Darwin'in dediği gibi, " Canlıların uzun ömürlü
olanları, en akıllıları olmadığı gibi, en güçlüleri de değildir; uyum
yetenekleri yüksek olanlardır."
Akılcılık, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın, birlikte oluşturulan
tarihin ve kültürün derinliklerini kavrayarak kendi davranışlarımıza yön
vermektir. Akılcılık, dağlarından ırmaklarına, madenlerinden topraklarına,
insanının değer sistemine kaynak zenginliğini kavrayabilmedir.
Yapacağı işle ilgili kaynakları nasıl erişebileceğini,
kaynakları nasıl dönüştüreceğini, bitmiş ürünün satılışında işlemleri nasıl
etkinleştireceğini düşünen, kavrayan ve uygulayan insan akılcıdır.
Canını, aklını, neslini, malını ve kültürünü korumasını
bilmeyen insan akılcı olmaz… Sadece korumamak yetmez, ilerletme, yayma,
derinleştirme ve yoğunlaştırma da gerekir.
38. Kin ve öfkeyi dizginleme ilkesi:
"Kin ve öfke insan yüreğine yük, zihnine
gölgedir."
Kin ve öfke düşünme süreçlerinde alt-üst oluşlar yaratır;
akıl eleklerinin gözeneklerini tıkar.
Olay ya da olgular karşısına, kin ve öfkenin tutsağı olarak
çıkma yerine, dingin bir zihinle çıkabilirsek; olgunun nedenlerini araştırsak,
aşırı değerlendirme tuzağına düşmesek; kendimizi vurmaya dönük özgüven
eksikliğinin tutsağı olmazsak, oluşumda başkalarının ve bizlerin payını daha
nesnel ortaya çıkarabiliriz.
Kin ve öfke, düşünce sistemimizin normal işleyişini bozar,
tutarlı karar üretmemizi saptırır.
Kin ve öfke, dingin düşünmeyi engeller; suçu başkasında
arama kolaycılığından beslenir.
39. Karşılıklılık ilkesi:
Rol paylaşımı nedeniyle "karşılıklılık ilkesi, uzun
soluklu dirlik ve düzenin harcıdır".
Karşılıklılık, insanlara, topluluklara ve toplumlara
"eş düzey değer" vermektir.
Karşılıklılık ilkesinden "mutlak eşitlik"
anlaşılmamalıdır. Koyduğumuz akıl ve enerjinin hakkını eşit olarak almamız
anlaşılmalıdır.
Barışı, dirlik ve düzeni bozan "karşılıklılık
ilkesi" yerine " kibir ve üstünlük inancını" öne çıkarmadır.
İster avcı-toplayıcı aşamada bulunalım, ister yerleşik
toplumda yaşayalım, ister sanayi toplumu aşamasında olalım, isterseniz bilgi
toplumu aşamasının en uç noktasında duralım; insanın olduğu her yerde
"karşılıklılık ilkesi" varlığını koruyacaktır; hayatin sabi
olacaktır.
40. Geçiş süreçlerini yönetme ilkesi:
İyi yönetim, hayatin değişmezleri ile yaşadığımız evrenin
değişmeleri arasında kimi zaman hızlanan, kimi zaman yavaşlayan
"geçişleri" yönlendirebilme yeteneğidir.
Doğada canlı olguların doğuş gelişme ve yok oluş
süreçlerinden geçer. Ekonomik yaşamda da gözlendiği gibi, bilim ve
teknolojilerin yarattığı küçük değişikler birikerek bir büyük eğilime yol açar…
Harvey'in tanımı ile "birikim sistemi, net ürün
tüketimi ve üretimi arasındaki dağılımın uzun bir dönem boyunca istikrar
kazanmasını tanımlar; tüm üretim koşullarında, hem de üreticilerin yeniden
üretme koşullarında meydana gelen dönüşümler arasında karşılıklılık
içerir".
Birikim sistemi, açgözlülük ve sorumsuzluk, gelecek inşa
etmesi olan lider eksikliği, dünya sisteminin kaldırabileceğinden fazla
tüketimin pompalanması, toplumsal düzenden sorumlu kurumların işlerliklerini
yitirmesi, gözetim ve denetim eksikliği, sloganların ciddi fikirlerin yerine
konması, kibir ve üstünlük inancı ile eskiyen varsayımların sorgulanmaması,
aklı emanet etme kolaycılığına kaçma vb. niteliksel etkenlerle özen
gösterilmedi zaman çözülmeye başlar. Sistem tam anlamıyla çözüldüğü zaman
"kriz koşulları" dengeleri bozar; sistemin bütün kuram, kurum ve
kararlarında alt-üst oluşlar yaşanır.
"Doğa kritik eşikte durmayı sevmediği" için
"kuvvet yasaları " harekete geçer; "yeni normalin oluşumu"
hızlanır… Geçerliliğini yitiren zihni modelin yerine, yeni varsayımlarla
oluşturulan yeni bir zihni model kurgulanır… İşlevsiz kalan kurumların yapı,
işlev kültürlerinde ciddi değişmeler olur… Yaşanan geçiş sürecine uyum
gösteremeyenler "yok olur". Öngörerek ve önlemler alanlar, az ya da
çok bedel ödeyerek yeni birikim sisteminde "ayakta "kalır. Yeni
normal koşulları kendi "fırsat alanlarını" yaratır; teknolojilerde de
bir alt teknolojiden bir üst teknolojiye sıçramalar olur. Bütün
"geçişlerin yönetilmesi" ustalıkla yapanlar kazançlı çıkar.
Tanımlanmak istenen işleyiş, toplumsal gelişmenin bütün
aşamalarında geçerliliğini korudu için bir "hayatın sabiti" olarak
karar parametreleri arasında kullanılması gerekir.
HAYATIN SABİTLERİ -5
"Hayatın sabitleri" denemelerinin sonuna geldik.
Aklımıza gelenleri peş peşe sıraladığımız çok özet olarak paylaştığımız bu
sabitleri çok değişik biçimde tasnif edebiliriz: Teknik olanlar, ahlakı değer
içerenler; bireysel, topluluk boyutlu ve toplum ölçekli olanlar vb…
Üzerinde düşündüğümüz hayat sabitlerinin… Aklımıza
gelenlerini unutulmasın, daha çok insana ulaşsın diye yazıya aktardık… Bu çok
ham, eksikleri mutlaka olan; katıldıklarınız olabileceği gibi bir o kadar
katılmadıklarınız olması doğal.
Önemli olan "ilkeler kalelerimizdir" saptamasını
rehber edinerek, hayatin sabiti haline gelmiş ilkeler üzerinde bir nebze
düşünebilmemiz…
41. Dualite ilkesi:
Hayatın temel sabitlerinden biri de "duailite
ilkesi"dir… Karşılaştığımız bütün olay ve olguların iki yüzü vardır:
Çirkin yüzü ve güzel yüzü. Örneğin toplumların dirlik ve düzenini sağlama,
olası tehditleri erken uyarı yaparak önleme amacı istihbarat örgütlerinin güzel
yüzüdür. Aykırı düşünenlere kurulan yasa dışı tuzaklar ise çirkin yüzünü
oluşturur.
İnsanlığın geliştirdiği hiç bir teknoloji yoktur ki, insan
yaşamını kolaylaştırıcı yani kadar risk oluşturan bir yönü de olmasın.
Otomobiller bize haraketlilik, ulaşabilme ve erişebilme gücü kazandırdı ama
yarattığı kirliliğin yol açtığı ölümlerin sayısını bilemiyoruz. İşlenmiş şeker
nefis tatlar üretilmesini kolaylaştırırken ölümcül hastalıkları da tetikliyor.
Dualite ilkesine uyulmadığı zaman bir dizi ilke ihmal
edilir: Piyasanın görünmez elinin yarattığı rekabet kaynak kullanma verimini
artırırken, eşitsiz gelişmeleri de tetikleyerek, toplumsal düzenin temeline
bomba yerleştirir; sınıf kavgalarına yol açabilir. Gelişmelerin sadece çirkin
yüzünü görürken güzel yüzünü gözden ırak tutma, aşırı değerlendirmeler yapma
potansiyellerimizi değerlendirmemizi engeller.
Dualite ilkesini bilirsek, kendimize fren koymaya çabalar;
ahlakın altın kuralını attığımız her adımda anımsarız.
42.Bileşen ve bağlam ilkesi
İçerik, bir olgunun oluşumunu sağlayan bileşenlerden oluşur.
Bu bileşenlerin çoğunluğu kendi kendilerini tekrarlar ve yapıyı oluşturur. Bir
başka özellik, bileşenlerin kendi kendilerini yenileme özelliğidir. Bütün
sistemler, kendini yeniden üretme özelliğine sahipse daha uzun ömürlü olur.
Sistemin gücü, bileşenlerin gücü kadar, bağlamlarının
etkileri tarafından da belirlenir.
Akılcılık ilkesini açıklarken belirttiğimiz gibi,
sistemlerin işleyişi, eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler ile olanak ve
kısıtlarımız arasında denge kurmadır.
Bileşenler ve bileşenlerin kendini yeniden üretme gücü
sistemin iç yapısının gücüdür ama sistem kendini yeniden üretirken kendinden
bağımsız olan bağlamlardan tümüyle yalıtılamaz. Buğday tohum olarak ne denli
sağlıklı olursa olsun, kendini yeniden üretmek için toprak, rutubet, güneş
ışığı vb. bağlamının uygunluğu da gerekir.
İyi kaliteli bir buğday bileşenlerinde yüzde 30-35 gluten,
yüzde 12.5 protein, yüzde 50'de sedimantasyon bulunur. Buğdayın salt büyümesi
ürün vermesi yetmez, kendi bileşenleri ve bağlamlarının bir araya gelerek
kalite düzeyini de belirler. Toprak bileşenleri, iklim özellikleri ve tohum
yapısı vb.
İçerik, bileşen ve bağlam arasındaki dengedir; bu denge
birikim yeteneğini koruyarak, uzun dönemli geleceği güven altına alarak
"sürdürebilirliği" sağlar. Başka bir anlatımla, kendini yeniden
üretmeyi güven altına almak gerekir.
Fırsat ve tehlikeler, olanak ve kısıtlar, ulaşılmak istenen
hedefler, insan yaşamını kolaylaştırma için oluşturulan yapılar
"bileşenleri ve bağlamları" dikkate alan bir özene analiz edilmezse
"kapsam ve içerik dengesini" kurama zorlaşır.
43.Altın kural: Sana yapılmasını istemediğini…
Hayatın sabitleri arasında yaygın olarak bildiğimiz ilke;
ahlakın altın kuralıdır: "Sana yapılmasını istemediğini, sen de başkasın
yapma"
Bir ilkeyi başka ilkelerle tanımlarız: Altın kural önce
"kendine fren koyma ilkesinden" beslenir. "Kendinle başa
çıkma" ilkesinden güç alır. "Gücü kullanma" ilkesi ile
sınırlanır. Daha başka ilkelerle zenginleşir.
Altın kuralı bilmeyen bir insan, " Mehmet'le memleketin
çıkarlarını dengeleyemez"; huzur ve güven ortamı yaratmada başarılı olamaz
ve "iyi yönetici" olamaz.
44.İlişki yatırımının uzun solukluluk ilkesi:
Paranız varsa, dünyanın en ileri, en gizli teknolojisinin
bedelini öder ve alırsınız. Paranız varsa, dünyanın en yetenekli insanlarını
işinizin başına yönetici olarak getirebilirsiniz. Bir şeyi paranız olsa da
bugünden yarına yapamazsınız: İlişki yatırımı.
İlişki yatırımı "uzun soluklu" bir iştir. İlkeli
olacaksınız; özünüz, sözünüz ve davranışlarınız arasında tutarlılık olacak.
Tutarlılığınızı korumak için bedel ödeyeceksiniz.
İlişki yatırımı uzun zaman, emek ve kaynak gerektirir; küçük
adımlarla gelişir ve büyür. Ancak, yapılacak en küçük bir yanlış, bütün
birikimi yok eder.
En ilkel yaşamdan en gelişmiş yaşama kadar herkes için
"ilişki yatırımı" var olmanın olmazsa olmazıdır. İlişki yatırımın
niteliği zaman içinde değişebilir ama, işlevi değişmez…
Bir hayat sabiti olarak "ilişki yatırımı bilinci
yükselmiş" olanlar, toplumsal yaşama öne çıkarlar…
45.İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşmama ilkesi:
İnsanın yaratılıştan "iyi" ya da "kötü"
olduğu söylenemez. Bir çocuk bütün saflığı ve potansiyeli ile dünyaya gelir.
Çocuğun ailesi, yakın çevresi, okulu, içinde bulunduğu topluluk ve toplum,
giderek insanlık çocuğun korkularını ve kaygılarını belirler, meraklarını
yönlendirir, algılarını biçimlendirir, beklentilerini sınırlar, davranışlarını
yönlendirir.
İnsanoğlunu disiplin altına almanın en etkili yolu onun
"zihni modellerini" biçimlendirmedir. Zihni modellerin varsayımları
iki eksende gelişir: Biri "inanç sistemi"dir. En ilkel dinlerden en
gelişmiş olanına "inanç sistemleri" insanlara toplumsal ilişkilerde
nasıl davranacağını tanımlar; insanla-insan, insanla inanılan yaratıcı arasında
ilişkileri betimler.
İster doğuştan kazanılan değerlere dayansın, isterse
öğretilmiş bilgilerin koşullandırılması üzerine inşa edilsin insanlar
"ortak değerlere" sahiptir ama, her bireyin de kendine özgü
değerleri, beklentileri ve davranışları da vardır.
İnsanın bu kendine özgü çeşitliliği nedeniyle kadim Afrika
halkının akıl birikimi, "İnsanın olduğu yerde hiçbir şeye şaşma" der.
Bilim ve teknolojinin yarattığı gelişme düzeyi ne olursa olsun, insanların
farklı davranışları olacaktır; o nedenle Afrika atasözü yaşamın temel
sabitlerinden biri olarak zihinlerde diri tutulmalıdır.
İnsan ilişkilerinde "bir kol mesafesi" bırakma,
çok fazla bağlanma ya da nefret ölçüsünde uzaklaşma tavrı doğru değildir. Her
şeyi yerli yerine koyarak ilişki kurulduğu zaman daha etkili ve anlamlıdır.
46. Sopa-kalkan ilkesi:
ABD Başkanı iken Bill Clinton'un çok sık anımsattığı bir
ilkedir: Güçlü bir insan, çevresinde kendinden güçsüz olanlar döver. Güçsüz
insan iki sopaya bir tahta çakarak, güçlünün sopalarına karşı geliştirdiği
"kalkan" ile kendini korumaya çalışır. Güçlü aşırı değerlendirdiği
özgüveni nedeniyle çevresindeki güçsüzlere saldırdıkça, kalkan kullanmak
zorunda kalanların sayısı artır; güçsüzü uzaklaştırır. Ama kitleler bir lidere
ihtiyaçları olduğu için aralarından birini lider seçerler. O lider de gücünü
aşırı değerlendirirse, sopa-kalkan ilkesi bir kez daha işlemeye başlar.
Esasen, sopa -kalkan ilkesi, "güç kullanma ilkesi"
ile birlikte ele alınabilir. Sopa-kalkan ilkesi insanın olduğu her yerde şu ya
da bu ölçekte varlığını sürdürür…
İnsanoğlunun gücü, sopa-kalkan ilkesini bildiği zaman,
" ahlakın altın kuralını" ve "kendine fren koyma ilkesini"
de birlikte ele alarak, ilkeli davranarak çatışmaları en aza indirebilir.
47. Kendine fren koyma ilkesi :
"Kendine fren koyma ilkesi" de "insan
olmanın" gerek şartıdır. Güçlü olduğumuz halde, toplumun dirlik ve düzeni
adına, kendi yararlarımızı gönüllü olarak sınırlıyorsak, kendimize fren koymaya
başlarız.
Kendi çıkarlarımız olduğu zaman dizginleri boşaltır;
çıkarlarımız zedelendiği zaman başkalarının kendine fren koymasını istersek
tutarlı davranmamış oluruz.
Ahlakın altın kuralı da, kendi şeytanı ile başa çıkma da,
sopa-kalkan ilkesini anımsamada son çözümlemede "ortak yaşam bilinci"
ile ilgidir; "benim haklarımın bir başkasının hakları ile sınırlı"
olduğunu içselleştirmeyi gerektirir.
İnsanda ilkelliğin, cahilliğin, kendini bilmezliğin tipik
göstergesi, kendine fren koyacak bir zihni disiplin, kültürel algı ve insani
saygı olmamasıdır.
48.Sahip olma, olma ve zenginliğin üst sınırı ilkesi :
Zenginliğin üst sınırı, dostlarınız ile sofrayı korkmadan
paylaşacak kadar gelire sahip olmaktır. Ondan ötesi "sahip olma" ve
"olma" aşamalarıdır.
Halkımızın deyimi ile "namerde muhtaç olmamak"
geçinmeni olmazsa olmazıdır.
Sahip olma ise evlere, fabrikalara, arabalara, yatlara,
katlara hükmetme isteğidir. Sahip olduğunuzda, kitleler gözünde göreceğiz
itibar varlıklı olmayı özendirir.
Oysa varlıklı olma değil var olma, önemli olma değil değerli
olma, muteber olma değil muhterem insan olmak daha önemlidir insanlığın ortak
algısında.
Toplumları yücelten, bireysel anlamda entelektüel kapasite
ile sistem kapasitesidir. Bireysel kapasitelerimiz geliştikçe, sahip olma
eğilimi gücünü yitirir; olma eğilimi güç kazanır. Toplumun
"seçkinleri" ne kadar fazla ise, o toplumda araştırma, tartışma,
analiz ve sentez gücü o kadar yükselir.
49. Alışkanlığı kolay sanma yanılsaması:
Hayatın çok temel sabitlerinden bir diğeri de "
alışkanlığı kolay sanma"dır.
Alışkanlıklar, gelişmenin hangi aşamasında olursak olalım,
insani gelişmenin önündeki en büyük engeldir.
Alışkanlıklar afyondan daha tehlikeli, kalıcı ve kırılması
zor uyuşturucudur.
Alışkanlıkların kaynağı, önyargılar, yerleşik doğrular, kalıp
düşünceler ,kör inançlar ve ezberlerdir,
Einstein'in ünlü sözünü bir kez daha anımsayalım:
Önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur.
Her zaman alışkanlığı kolay sanma algısı olacaktır; bu
hayatin sabitidir. Önemli olan bilinçle üzerine giderek, alışkanlıkla değil,
analizle sorunlarımızın çözümünü aramaktır.
50.Metot geliştirme ilkesi:
Hayatın sabitlerinden biri de "metot bilgisi"dir.
Metot konusunda ilk öğrendiğim ders," Metot o kadar
önemsizdir ki, sadece esası etkiler" sözüyle ifade edilmiştir.
Bir işi neden, niçin, nasıl yaparsak daha az zaman, emek,
para ve diğer kaynak harcayacağımızı araştırıp bir "yol ve yöntem"
bulduğumuzda ortaya çıkar.
İster bireysel fizik gücümüz ve birikimimize dayalı
çalışalım, ister topluluk başarısı için uğraşalım, daha ileri giderek toplumun
kaynaklarını kullanalım, daha da ileri gidelim, yaşanacak başka dünya olmadığı
bilinci ile hareket ederek, yaşanabilir ve sürdürülebilir için çaba gösterelim
"metot bilgisi" hayatı öneme sahiptir.
Birey, topluluk ve toplum yaşamı sürdükçe insanların kendi
aralarında, işle insan arasında, insanla doğa arasında ilişkilerin verimi hep
"metot bilgisine" dayalı olacaktır.
"Metot geliştirerek işimizi farklı yapabilmenin
yarattığı farklılık" gelişmenin bütün aşamalarında özünü korumaktadır; bu
nedenle "hayatın sabitlerinden biri" olma özelliğini korumaktadır.
Rüştü Bozkurt'un "Hayatın sabitleri yazı dizisi", Dünya Gazetesi
Yorumlar
Yorum Gönder