Osmanlı tarihi, toplum ve ekonomi üzerine
Raporun Amacı
Bu raporun amacı Halil İnalcık gibi bir üstadın Osmanlı
toplum ve ekonomisi üzerine yazdığı araştırma ve tespitlerin yer aldığı kitabı
irdelemeye çalışarak, Yeditepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi İktisat Bölümü seçmeli dersi ECON 475 Kültürel ve Tarihsel Açılardan
İktisadi Davranış dersine kişisel katkı sağlamak, konuları içselleştirmek ve bu
çalışma neticesinde temel özelliği toplumsal yapının, ekonomi ve yönetimsel
düzen ile iç içe geçtiği incelemede durumun tarihle bağdaştırarak tarihsel
açılardan değerlendirme ile yapılanların farkına varmak, analiz ve tespitlerden
çıkarım sağlamak ve günümüzdeki toplumsal yapı, ekonomik strüktürler hakkında
ilişki kurabiliyor olmaktır. Ben de İşletme bölümü son sınıf son dönem
öğrencisi olarak raporu hazırlayabilmek için seçilebilecek kitaplar listesinde
bu kitabı merak ederek kendimi geliştirmek istediğim, kitap içindeki okumalardan
kazanacağım tespitlerle kendimi bu konuda zenginleştirebileceğimi düşünerek bu kitabı seçtim.
Kitabın
Özellikleri
Kitabı akıcılık ve okuma kolaylığı açısından
değerlendirecek olursam; kitap okumayı seven birisi olarak “Osmanlı’da toplum ve ekonomi” kitabının
okunması Osmanlıca kelimelerden ve bilmediğim sözcükler nedeniyle zorlandım
diyebilirim. Fakat, bu da kitabı seçme isteklerimden biridir, bana bir şeyler
katmıştır. Bilmediğim toplumsal sınıf ve bir takım toplumsal ve ekonomik
sözcüğün anlamını öğrenmek benim için yararlı oldu. Diğer yandan kitabın
anlaşılması yukarıda bahsettiğim zorluk haricinde kolaydı. Benim için kitap
bölüm bölüm sürükleyicilik açısından farklılık gösterdi. Kitap içindeki
bölümlerde fazla ayrıntıya girilerek kapsamlı bilgi verme niteliğine sahip bir
kitap, inceleme ve araştırma kitabı olduğundan, odaklanma ve akıcılık açısından
kendi ilgi ve uzmanlık alanım olmadığından dolayı beni zorladı. Kitap diğer
yandan teorik açıdan irdeleme kapsamında teorik bilgilerle ve somut gerçekliklerle
sentezlenerek sunulmuş. Dolayısıyla, yazar kitabında okuyucuya çok güzel
tespitler ve bilgi değeri sunuyor diye düşünüyorum. Toplumu yorumlayarak para
kazanacak, üniversite öğrencilerinin interpretivist becerilerini geliştirmeleri
açısından kesinlikle okuması ve bilgi dağarcığı içinde bulunması gerektiğine
inandığım bir çalışmadır.
Kitabın Genel
Olarak Değerlendirilmesi
Bu
bölüme, kitabı okurken aldığım notlar,
internet üzerinden yaptığım araştırmalardan ve anlamadığım sözcükleri,
tanımları araştırıp, onlar üzerinde yaptığım yorumlar vardır. Kitabı
okuyabilmek aynı zamanda çalıştığım ve bir STK’da yer aldığım için uzun sürdü
ve odaklama açısından zor oldu. Fakat, elimden geldiğince bu süreçte de hem
ders notu olarak, hem de bana ders içi yorumlarıyla katacağı vizyon nedeniyle
tamamlama gerekliliği oluşturmuştu. Nitekim, toplumsal yapının kontrolü,
ekonomi tarihi, bölge ekonomisine ilişkin tarihin anlaşılması ve toplumsal
yapının anlaşılması açısından benim için faydalı bir kaynak oldu. Kitap
bölümlerden oluşarak 15 ile 18.yy içerisinde yer alan olaylar ve toplumsal
yapıyı anlatan incelemelerle bölüm bölüm ayrıştırılmış. Dolayısıyla, genel kitap
size toplum ve ekonomi konusunda bilgi sahibi yapıyor, fakat kitap incelemesi
içerisinde bu bölümleri ayrıca aktarmak ve arasında gruplayarak yorumlamak
benim için mümkün oldu.
**
Öncelikle Osmanlı Devletindeki toplumsal yapıyı
anlamak kitabı ve tespitleri anlama açısından önem taşıyor. merkezi otoritenin
bölgedeki askeri gücü üzerinde kurguladığı toplumsal sistem ile bu sistem
içerisindeki devlet gelir sisteminin anlaşılmasının ne kadar önemli tespitler
olduğunu anladım. Bu nedenle;
Raeyalar toplumsal sınıfta alt tabakayı temsil eden,
köylülerdir. Bölgede mıri arazileri ekip biçen ve toplumsal yapıya uyum
sağlayan ve vergisini sipahileri veren kişilerdir. Bölgelerde yaşayan bölgenin
ekonomik faaliyetlerini sağlayan tüccarlar haricinde bölge içerisinde tüketen
ve üreten bir zenaatkar sınıf yer alır. Bunlar marangoz, kunduracı, doktor gibi
kimselerdir. Bu zenaatkarlar kendi aralarında loncaları oluşturur ve bir çok
iktisadi yapısal kararı birlikte alırlar. Bu sayede merkezi otoriteye de bağlı
kalınmış olur. Osmanlı ekonomik yapısı tarım, sanayi ve ticaret olarak üç ana
grupta toplanır. Ticari anlamda Osmanlı devleti 16yy’ın sonlarına kadar hemen
hemen ticaret yollarına egemen ve bu yollar üzerinden büyük gelir elde eden bir
devlet rolündedir. Sanayi olarak Bursa, İstanbul ve çevresinin ön plana çıktığı
görülür. Bu şehirler bir çok tüccarı ağırlayan ve bir çok malı Pazar tezgahında
barındıran şehirler olarak sanayi açısından da dünya üzerinde rekabet edebilen
şehirler olarak bir süre kalmıştır. Buradan toplanan vergiler ve yapılan
düzenlemeler ile merkezi sistemin kontrolü içersinde nasıl yer aldığı detaylı
incelemelerle kitap içerisinde aktarılıyor.
Diğer yandan en önemli bölgesel yapı olan askeri
sınıf ise bölgede Osmanlı Devleti’ni temsil eden bir sınıf olarak bir çok
yükümlülük ve ayrıcalığa sahiptir. Özellikle, timarlı sipahi sisteminin
bölgenin korunması ve vergilerin tahsil edilmesi ile ilgili süreci
mükemmeleştiren Osmanlı Devlet otoritesinin toplumdaki bireylere kadar kontrol
edebildiği bir yapı sunmaktadır.
Devlet
vergi sistemi içerisinde, toplumsal ayrım, bölgesel, dinsel bir takım
farklılıklar vardır. Bunun yanında vergi
sisteminin temelini oluşturacak bir takım baz alınan birim her yere egemendir.
(örnek: çift resm-i)
Timarların
devamlı olarak Hıristiyanlara verildiği doğru değildir. Timarlılık aile
bünyesinde kalabilir. Toplanan bölgesel vergi askeri kontrol içinde arazilerden
toplanan gelir ve üretilen mamüllerdir. Askeri kontrolde işlenir ve birimsel
ölçekte arazi başına vergi toplanır. Vergilendirme aşamasında temel alınan
arazi ölçü birimi Resm-i çift dediğimiz bir çift öküzdür. Bir çift öküz o dönem
içerisinde bir çiftliği sürmeye yetecek mamül toplamayı sağlayacak bir
gereksinimdir. Çiftlik sözcüğü de bu kökenden türetilmiştir. Dolayısıyla
Reayayı ilgilendiren vergiler resm-i çift, salariye dediğimiz ekip biçen
çiftçilerin miri yani devlete ait toprakların kullanılmasından dolayı
ödedikleri 40’ta 1’lik vergi, göçebeleri ilgilendiren res-i ganem, tapu resm-i
vb. dir. Genellikle bölgenin timarlıları o bölgeye ait insanlar oluyorlar. Batı
topraklarında özellikle Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçen timarların
mükafatlandırılacağı bir düzen mevcuttu. (sf.93, para.3) Bu mükafat aslında o
bölgedeki liderlerin Müslüman olmalarını sağlayarak orada içten Müslümanlığa
geçişi yaratmak ve Osmanlı felsefesine uygun bir bölge yaratabilmek vardır.
Devlet
timar sistemiyle sınır, savaş bölgelerinde sürekli asker tutabiliyordu.
Hıristiyanların Osmanlı ordusu idaresinde olası savaşda bir kuvvet olarak
bulunmaları gerek fetih bölgelerinde bir devlet otoritesi yaratma, gerekse
bölge koruma ve potansiyel durumlarda hazır bulunma kapasitesi sağlıyordu. Aynı
zamanda da askeri-bölgesel özer güç hissi de toplumsal anlamda bölgede devleti
simgeleyen askerler: sipahiler için ayrıca toplumsal ayrıcalık olarak
algılandığından askeri bir bölgesel kontrol statüsü sağlanmıştır. Bu sistem,
Osmanlının İmparatorluğa geçtiği başarı sürecinde en önemli toplumsal modeldir.
Müslüman olma önceliği
Osmanlı İmparatorluğunda önemli bir öncelik sağlasa da sınırlarda özellikle
Timar uygulanan bölgelerde, balkan bölgesinde dini ve ırki bir farklılık
gözetmeyerek temelinde önemsenen merkeziyetçi otorite üzerinde inşa edilmek
üzere oluşturulan vergi, kontrol, askeri güç, sistemi içerindedir. Timar
sistemi sayesinde, İmparatorluk, geniş topraklar içinde büyük bir kontrol
hakimiyeti sağlamıştır. Bu da imparatorluk süresince onu ayakta tutacak bir
iskelet olmuştur. Fakat, sonrasında Timarlı askeri sistemin yeterli olmayacağı
anlaşıldıktan sonra ve dolayısıyla daha farklı; ileri düzeyde askeri güç sahibi
birimleri oluşturma girişimine geçmiştir. Bu durum vergiden gelen paranın
akışında değişime ve dolayısıyla, timarların öneminin yitirilmesiyle, bölgesel
otoritede değişimlere neden olacaktır. Bunun sebebi, yeniçerilerden oluşacak
eğitimli bir ordu düzeni Osmanlı’nın bütçesine aylık ödemeler olarak büyük
nakit çıkışı sağlayacak ve eski vergi sistemine oranla çok daha riskli ve
ekonomik yönden zararlı bir düzene bürünmesidir. Timar arazilerinin satılarak
el değiştirilmesi ve bölgede ağalık toplumsal sınıfının doğması sistemdeki
değişimin toplumsal etkisidir ve bu durum vergilendirme sistemindeki
değişikliklerle birlikte bir yandan suiistimallere oldukça açık bir hal almış,
diğer yandan da nakit ödeme Osmanlı toplumunun hazır olmadığı, bölge içinde
sorun yaratan bir sisteme dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu savaş gücü
üstünlüğünü korumak amacıyla, kuruluşundan itibaren kale savunma birimi olarak
tanınan ateşli silahlara sahip Yeniçerilerin önemini arttırıyor. Dolayısıyla,
devlet vergi sistemi büyük oranda bu yeni düzen doğrultusunda nakit para
ihtiyacını karşılama nedeniyle vergi sistemi, toprak kontrolünde değişikliğe
giderek arazilerini satmıştır.
Bu
yeni yapıda ise köylünün tabana yayıldığı ve bu tabanı kontrol altında tutan
iletken yapı olarak bölgede vuku bulan askeri yapı içinde yer alan sipahiler
yerine, dini ve bölgesel liderlerin kontrol ettiği ve bölgede sağladığı otorite
yapısına zarar veren; kontrolsüz bir ağa otoritesi doğmuştur. Kontrolsüz olarak
ağaları ifade etmemin sebebi kitapta yer alan köy ağalarına karşı düşmanlık ve
emniyetsizlği aktaran bizzat ayaklanmış reayanın kendisidir. Sistemdeki bu
değişim toplumsal olarak büyük bir memnuniyetsizlik yaratmıştır. Her ne kadar
düzen sağlanması için isyankarların sürgün edilmesi vb. düzen arttırıcı
önlemler alınsa da, Nail Bey’in notlarıyla aktardığı biçimde; “Burasını şimdiden beyan ederim ki,
Bulgaristan elden gidecektir.” Büyük bir sorun olarak gospaderlik
bölgelerdeki düzeni bozmuştur.
Osmanlı Dönemine Ait
İktisadi Vaziyet:
Anadolu
halkı Osmanlı’nın Feth ettiği şehirlere gidip yerleşiyor ve yarı-göçebeler
köylerin timarlı sipahiliğini kabul ediyordu. Bunların aynı zamanda Rum halkın
ekonomik hayatlarına tammalayıcı ve işledikleri mallarını karşılığında tüketip,
kullanacakları bir düzen sağlamıştır.
Bizans
rejiminden soğuyan Rum halkı Osmanlılara kendi arzularıyla katıldılar. Osmanlı
istilasını faydalı görüyorlardı. Nitekim, Feth edilen bölgelere gelen göçebe ve
yarı-göçebeler halk, askeri ve bölgeye ait çeşitli sorumluluğu olan kişilerin
coğrafyalarına iktisadi hareketlilik sağladığı görülmüştür. Çünkü, Osmanlı
beylik dönemiyle Marmara bölgesinde aldığı topraklarla birlikte Rumların ve
Türklerin kendiliğinden doğan iktisadi birliği görülüyordu. Durum içinde
ilerleyen karşılıklı fayda, Osmanlı’nın balkanlara doğru ilerleyerek dönemin en
önemli ticarı merkezlerini feth etmesine katkıda bulunmuştur. Bu bölgeler
Osmanlı toplumunun ihtiyaçlarını karşılarken; zengin materyal pazarı haline
gelmesini sağlamıştır. Nitekim, her ne kadar Papa Osmanlı ile ticareti
yasaklamış olasa da 17.yy’da bile batıya mühim miktarda saf, pamuklu bezler,
pamuk ipliği, makoren gibi malumatlar gönderiliyordu. Batının endüstriyel
gelişimi ancak 18. Yy’da İstanbul ticaretine etki edebildi ve bu etki çok kısa
bir sürede virüs gibi yayılarak ekonomide müthiş bir egemenlik sağladı.
15-16.yy’ları
dünya genelinde ekonomik kıtlığın hissedildiği bir dönemdir. Avrupadaki
ülkelerde kıymetli maden darlığı ve ekonomik zorluk nedeniyle çeşitli madenlere
yönelinmiştir. Bu dönemde Osmanlı devleti para darlığı nedeniyle maaşlarının
yatırılması gereken ulufeli orduya düzenli ödeme yapmakta zorluk çekmiştir.
Düzenli ordu mantığı hem bölgesel otoritenin ağalar nedeniyle kırılmasına;
bölge raeyalarının Osmanlı’dan uzaklaşmasına, hem de ekonomik açıdan büyük bir
nakit arayışa sürüklemiştir. Bu dönemde Avrupanın maden özellikle de altın,
para ihtiyacını Amerikanın maden yataklarından gelen madenler sağlamıştır. Para
ve maden bolluğu fiyatlara da yansımış ve bu ekonomik değişim Osmanlıyı da
etkilemiştir. Diğer yandan Hindistan’dan gelen Osmanlı’nın egemenliğindeki
ticari faaliyetler bu dönemde İngiltere, Portekiz, İspanya tarafından rahatsız
edilmiş ve eski yapısını, verimliliğini kaybetmeye başlamıştır. Hatta Venedikli
beş saviilerin 31.Mart.1628 tarihli raporunda olduğu gibi; “Eskiden Levant ticareti bu pazarın (Venedik) esas temeli idi, bütün
Almanya’ya baharatı bu Pazar temin ederdi, şimdi ise bunu İngilizlerle
Flemenkliler sağlamaktadır.”
Bu
tarihler itibariyle İngiliz ve Hollandalılar sadece Hint okyanusuna değil Akdeniz’e
de bahri ve ticari üstünlük kurmuşlardır.
Osmanlı’da yaşanan
ekonomik kıtlığın bir kısmı ticaret yoluyla Avrupa’dan taşınan bir ekonomik
problemdir. Yoğun biçimde ticari faaliyet yapan avrupalılar getirdikleri para
nedeniyle kendilerinde var olan devaluasyonu sürüklemiş ve Osmanlı’ya zarar
vermişlerdir.
Ticari
münasebetler içinde Bursa’nın Osmanlı’daki faaliyet yeri, önemi vardır.
İran’dan gelen ipek Bursa’da işlenerek eşsiz kumaşlar dokunur ve avrupaya
İstanbul yolu ile taşınır. Karşılığında avrupa malları alınıyordu. Bu ticarette
İranlı tüccarlar ve getirdikleri ipekler de vardır. İpek kadar batı anadoludan
getirilen pamuklu malumatı da Bursa üzerinden işlenerek satılıyordu. Bursa
tekstili avrupanın bu kategorideki büyük ticari ihtiyacını karşıladığı
merkezdir.
Osmanlı
Devleti için Bursa siyasi bir merkez, milletler-arası bir ticaret merkezi idi.
14-15yy arasında Frenk tacirleriyle Bursa pazarında baharat ve kumaş üzerinde
ticaret muameleleri vardır. Arabistan’a safkan kumaş, Türk ticarileri yükte
ağır olanları (kereste, demir,zift vb.) Antalya deniz yolu ile, kıymetli
malları ise kervanlarla çapraz kara yolu ile gönderirlerdi.
Hint
emtiası da kuzey memleketlere Tuna ve Karadeniz limanlarından gönderilmekteydi.
Hindistandan gelen vekiller bu bölge genelinde sürekli sıcak bir ticari ilişki
yönetmişler ve Hint emtialarını gelirmişler. Venedikliler baharatı, kumaş ile
takas edebildiklerinden direkt olarak buradan satın alıyorlardı. Bursa
14-15.yy’lar itibariyle sanayisiyle teknik açıdan tekstil ve pamuklu ürünlerin
renklendirme, dokuma vb. alanlarında öncülerinden aynı zamanda da ticari boyut
açısından bir çok farklı ürünü bir arada bulunduran en çeşitli pamuklu pazarı
halindeydi. Osmanlı ticareti kendi denetimi altına alabilmek için birçok ada ve
liman bölgesini, ipek yollarından gelen kervanların bağlantı noktalarını feth
etmiştir. Batıdaki coğrafi keşifler tamamlanmadan evvel bu egemenlik batı ve
doğu ticari faaliyetlerinin kendi denetiminden geçerek vergilendiği muazzam bir
ekonomik katkı sağlayan bir konumdadır Osmanlı…
Öte
yandan 16.yy’la birlikte merkantilist zihniyetin avrupada milliyetçiliği
kavrayan bir fikir olarak benimsenmesi ile Osmanlı’nın vergi kontrolünde
ilerleyen ticari faaliyetlerin giderek bir ham madde pazarı durumuna
düşürecektir. Bu da Bursa gibi bir dönem Osmanlı’sının ileri gelen sanayi
merkezinin geri kalmasına yol açıyor. Şüphesiz merkantilist zihniyet ile
hareket eden avrupanın karşısında daha farklı bir ticari ve iktisadi politika
izlenmesi gerekliydi.
Osmanlı Pamuklu Pazarı
–Hindistan ve İngiltere
Pamuklu-
ipek dokumaların Osmanlı toplumunda geniş bir kullanımı vardı. Bu nedenle bu
ürünlerin yurt içinde üretilerek kullanılması gerekliyken sonraları Hindistan
ve İngiltere’den ithal edilir hale gelmesi
yurtiçi ekonomisine ve üretimine büyük zarar vermiştir. Bunun analizi
için kitapta gümrük defterleri inceleniyor. Günrük deftterlerinden alınan
ithalat girişlerinde göze çarpan gelen malların çoğunluğunun dokuma, tekstil
ürünü olduğunu ve bu ürünlerin genelde Müslüman olan doğu ülkelerinden
yapıldığını görüyoruz. 16.yy ihracat açısından da Tuna’dan Kafkasya’ya kuzey
ülkelerinin Anadolu ve Rumeli pamuklu ürünlerini ithal ettikleri belirtiliyor.
Bu durum ise 13.yy’dan beri var olan siyasi, kültürel bağların, ekonomik
temelini oluşturmaktadır. Kuzeye giden ürünler arasında ağırlıkla pamuklu
ürünler, sonrasında akdeniz yiyecekleri, Arabistan ve Hint malları vardır.
Hint
pamuklularının Osmanlıyı istilası 15-18.yy’lar arası olmuştur. 16.yy’da
Hürmüz’de Portekiz egemenliğinin fiilen tanınması Osmanlı’nın akdenizdeki ticari kontrol
gücünü azaltıyor. Bu durumla birlikte
Hürmüz Bosna-Bağdat-Halep ve İran ticaretinin bir antreposu halini almıştır. Bu
durum Avrupa için alternatif yollar sunmuştur. 16.yy’daki doğu bölgeleri
arasındaki çatışma ticareti çok etkiliyordu. Ermeniler ise bu durumda ticareti
tamamlayan tüccarlar olarak bu bölgeden çok iyi geçim sağlıyorlardı. Öyle ki,
1690 gümrük gelir verisine göre sadece padişah haznesine Hindistan ticaretinden
yılda yarım milyon altın gelir sağlanıyordu.
Hindistan-İran-Osmanlı
ticaretinde Ermeniler kadar olmasa da Hintli tüccarlarda çok aktifti. Osmanlı
için ise 17.yy’da Hintlilerle yapılan ticaret ekonomik açıdan kaygı doğurur
hale gelmişti. Üretebildiğimiz metaların ithal edilerek piyasanın kan
kaybetmesine yol açıyordu. Buna karşılık Hindistan’a bu ticareti dengeleyecek
bir meta satılmıyordu. Diğer yandan bir çok tespit Yakın-Doğudaki devletlerin
Hindistan’a ürün satabilmede başarısız olduğunu göstermiştir. Bu nedenle belli
başlı ürünler harici Hindistan’dan talep edilen ürünleri tamamlamak adına
tüccarlar yanlarında nakit para taşıyorlardı. Hint pamuğunun özellikle 17.yy
öncesi Avrupa’nın sanayileşmesinde büyük bir rolü vardır. Bunun öncesinde
Osmanlı’daki pamuklu sanayisinin oluşumuna ve Yakın-Doğu’nun bu konudaki
gereksinimi Hindistan’dan sağlanmıştır. 17.yy’da Hindistan’ın egemen olduğu
Avrupa pamuk piyasasında İzmir’den giden pamukların da anadolu mamülleri olarak
satıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, hala o dönemde pamuklu sanayisi açısından
rekabet edebilir halde olduğumuzu gösteren bir veridir.
17.
ve 18. yy’larda Türk üretimi Hintli mamüllerle yarışabilecek kalitede, rekabet
olanaklarına sahip olarak görülüyor. Fakat, Hint üretiminin başlıca avantajı
ekonomik açıdan üretim ucuzluğudur. Genellikle 15.yy’da Kuzey-Güney ticaretinin
temel maddesi ucuz pamuklulardır. Bu tarihi dönemde Osmanlı vergi kontrolünü
elinde bulundurarak, Batıya pahali ipek dokuma ürünleri satabiliyordu. Bu
ürünlerin bir kısmı İran’da üretilen, Bursa’da üretilen, Hindistan’dan
gelenlerdi.
Dönem
içerisinde yakın doğuya savaş ve devletler arası münakaşaların olduğu zamanlara
rağmen ticari faaliyet bu bölgede Ermeniler tarafından devam ettirilebiliyordu.
Batı ve Osmanlı tarafında ise bu konumlandırmayı Levantlar, Venedikliler, ve
Cenevizliler almıştır.
Kuzey
Avrupa tarafında İngiltere ve Hollanda’nın 17.yy’daki Hindistan mallarına
ulaşma konusunda yaptığı keşifler ile doğu-batı ticaretini farklılaştırdığını
görürüz. Özellikle pamuklu ürünleri bu emperalist ülkelerin temel sanayi
devrimi satış mamülü olarak benimsedikleri bu mamüllerin Hindistandan alınarak
makinalaşmış üretim kanallarında üretilmesi sağlanıyor. İngiltere, Pazar olarak
kendisine en uygun olarak, Hindistan’ı taklit ederek erişeceği yakın-doğu
pazarını seçiyor.
Tam
bu noktada İngiltere’nin Pazar başarısındaki önemli vurgulardan biri büyük halk
yığınlarına satabileceği dolayısıyla, büyük hacimli, kitlesel üretim;
verimlilik ilkesine uyacak bir Pazar ele geçirmek önemlidir. İngiltere, pamuklu üretim tesislerinin makineleşmesi ve
iç talepteki artış sayesinde güçlü bir gelişim göstererek dış pazara
açabileceği düzeyde sanayileşme sağlamıştır. İlaveten, İngiletere’nin Pazar
bulmasındaki en büyük tespit ve Hindistan’ın orta doğudaki pozisyonunu alacak
massif üretim ile ucuza pazara sunabileceği bir sanayi meydana getirmek ve
bunun ürünlerini geniş kitleye satabileceği yakın bir dış Pazar bulabilecekti.
Ayrıca, export yaparak öğrendiği Hindistan üretim tipleri de kullanıp, taklit
edebileceği, bu sayede hızlıca sanayileşebileceği bir fırsatı da sunuyordu. (re-exporting)
Sanayiye
makineleşmiş üretim bantlarının girmesi 18.yy’ı üretim/maliyet açısından yeni
bir ufka zorlamış ve dünya ile Osmanlı ekonomisi için yeni bir dönem yaratmıştır.
Osmanlı ekonomisinin temel çöküş nedeni dünya kapitalist ekonomisinin uydusu
konumuna düşmesi; ana sanayi kolu olan pamuklu ürün ihracatı konumunu ve diğer
yandan da ticari yolları kontrol eden egemen ve ortak nokta devleti olarak
kalamamasıdır.
Osmanlı Hukukuna Girişi
Osmanlı
devleti hukuk sisteminde dinselik ve geneleksellik olarak 2 ana motif görürüz.
Osmanlı nizam olması gereken yerler, şartlar içinde Tanrı tarafından
koyulmuştur. Bu düzen Tanrının dünya üstündeki görüntüsü, Tanrının kılıcı diye
halk arasında unvan, tasfirleri olan Padişahın bu düzenin koruyucusu,
kollayıcısı, düzen yaratan ve uygulayan varlığı olarak yeryüzündeki tek
kişidir.
Yani,
Max Weber’in Patrimonializm’de dediği yanı burada tamamlıyor. Bu toplumsal
düzende ise tanrı herkese bir rol vermiştir. Bu rolle insan kendi dini,
müslüman olarak rolü ile yetişmeli ve toplum adına da dengeli, nizamlı bir
yaşam sürmelidir. Osmanlı devlet yapısı ve toplumsal yapıda vuku bulan siyasal
anlayış Tanrının düzenine uymaktır. Bu da tanrının dini isteklerine uymak
kadar, toplumsal; padişahın eliyle (yoluyla) gösterilen nizamı, sorumluluğu
tamamlayabilmektir. (Türk İnkılap Tarihi, sf. 184)
Osmanlı
Devleti teokratik bir devletti. Bir din devleti olarak geçerli olan hukuki
sistemi dinseldir. Uygulanan dinsel hukukun öncelik sırasıyla temel kaynakları;
Kur’an, Hadis, Kıyas ve icmadır. Diğer yandan, devlet yönetimi olarak
çerçevelenen hukuksal yapı şer-i kanunlara uygun olarak padişah tarafından
çıkarılan kanunlarla doldurulur. Bunlara örfi kanunlar denir.
Modern
toplumlarda var olan birey ve bireyin sahip olduğu haklar, vatandaşlık hakları
gibi bireye indirgenen özgürlük Osmanlı Devlet yapısında mümkün değildir. Bu
yapı içerisindeki toplum, kulluk anlayışı ile toplumda sahip olduğu rolü
uygulayan ve nizama her şartta uyan, erine getirilen padişahın hizmetine sağdık
kullardır. (Türk İnkılap Tarihi, sf.186)
Rahat’us-Sudur (1203)
“imamın vazifesi hutbe ve dua ile meşgul olmak… Padişahlığı/hakimiyeti
sultanlara havale etmek ve dünyevi saltanatı onların eline bırakmaktır.”
Bu durum Türk
milletinin önceden kurduğu devlet kanun yapısından gelen atayı rol-model aldığı
eşleşmedir. (Fatih’ten önce Müslüman hükümdarlardan Selçuklu Melikşah’ın,
İlhanlıların kanunnameler tertip ettirdikleri kaynaklarda işaret edilmiştir.
Ayrıca, bu kanunlara Fatih saygı duyar, kendisinin de kanunu olarak sayardı.)
Padişahların
çıkardığı kanunnameler arasında yönetimsel, terf etme, maaş, durumlara özel
davranışlar vb, devlet teşkilatı, raeya vergilendirme, konumların belirtilmesi
gibi kararlar alır. Bu kararlar padişah fermanı olarak çıkarılır. Padişahın
çıkardığı hükümler ve kanınlar sonraki padişahları bağlamaz. Yeni gelen
padişahın b yapıyı yeniden düzenleme ve ya eski uygulamayı aynen alma tercihi
vardır. Bu yapı içerisinde yukarıda bahsettiğimiz atadan gelen bazı kanunlar
vardır ki Fatih bu kanunları gururla “Bunlar benim dahi kanunumdur.” Diyerek
yücelttiği ebedi kanunlar olarak kalmasını istediği görülmüştür.
Sened-i İttifak
Hakkında
Nizam-ı
Cedid ile ordunun değiştirilmek, yenilemek istenmesi, Yeniçeri ocağındaki
sorunlar ve genel anlamda hepsini içeren merkezi otoritedeki zayıflık ve bunun
getirisiyle bölgelerde yaşanan ayrılaşma durumları vardır. Bu sened ile
devletin, diğer otoriteleri toplayıp, gidişatın birbirlerine zarar vereceğini
anlatarak herkesin kendi otoritesindeki alanları ve vazifelerinden çıkmadan
eşit derecede saygı ve güven ortamının sağlanması isteniyor. Padişah otoritesi
altında mutlak durumların korunabileceği ve bunun sened-i ittifak ile garanti
altına alındığı bir durumdur. Sened içindeki Osmanlı devlet yapsını bozan en
göze çarpan özerklikler bölge kontrolünün feodal bir mahiyet kazanmasıdır. Her ne kadar devlet anlayışı ve otorite
açısından büyük bir tehdit olarak tanımlansa da 18.yy göz önüne alındığında
şartlar itibariyle mecburi kalınmıştır.
Tanzimatın Uygulanması
ve Sosyal Tepkiler
Gülhane
hattının yenilenmesi bağnaz kesimde büyük kafirlik olarak görülürken,
hıristiyan ve diğer kesimde umut vaat eden bir yenilik olarak algılanmıştır.
Gülhane hattı halka verilen, halk adına yapılan bir hitap olarak, raeyaya
eşitlik düşüncesi fikrini veriyor. Ulemanın sivil otoritesini azaltıyor.
Balkanlarda milli duyguları kamçılamıştır.
Maliyedeki
ıslahatlar ile suistimallere engel olma ve geniş topraklı coğrafyanın daha
kontrollü vergilendirebilmek üzerine koşullanılşmıştır. Sayım, gelir vb…, hem
vergilendirme hem de taksim ve tahsil işinin üstlenilmesi için bölgesel bir
süreç planı tanımlanıyor. Bu büyük değişim ağır problem ve kargaşaya yol
açıyor. Vergi sistemindeki angaryanın kalkması diğer açıdan büyük bir kesimin
kazanç ve istismar kapısını kapatıyor. Bu da tepkilere yol açıyor. Bu
imtiyazları kullanan ve kar sağlayan voyvodalar, ağalar, sarraflar vardır.
Diğer bir yandan da müslim-gayri müslim arasında tanınan eşitlikler de bir çok
açıdan tanzimatla birlikte değişen vergi sistemi birçok muhalefetin oluşmasını
sağlayacaktır. Tahriklere ön ayak olanlar imtiyazlı zümreler, müslüman ağalar
ve ulemadır. Hristiyanlar bir uyanış ile hak ve milli özgürlükleri arama yoluna
gidecektir. Diğer kesim ise eski konumunda sahip olduğu rahatlığı geri
arayacaktır. Gelenekçi görüşün sahip olduğu temel dürtü, değişimle eşitlikçi ve
imtiyazların azaldığı, süistimallerin aşıldığı durum içinde eskiye oranla
kendini güçlü ve özgür hisseden olacaktır. Bu da modernlığe değiş, onun
getirdiği zaruri kısıtlamalara olan karşıt görüşten doğan bir eylem, tutumdur.
Geleneksel
toplumlarda temel değerler sistemini din belirler. Osmanlı devleti 19.yy’a
kadar teknik unsurları avrupadan alırken bunun yanına toplumsal idareye ilişkin
şeyleri de modellemeye gayret etmiştir. Buradan şağlanan kültürel perspektif
alışverişi ile çoklu millet içinde toplumsal çatısı içinde ticari hayat ile de
Osmanlı devletinde olan çok kültürlü olan toplumsal yapı, zamanla birlikte
batıya dönük bir duruşu sağlayabiliyordu. Çoklu kimlik toplum içerisinde kimlik
ve statü ayırımını ifade eden biçimlere zaruri kılıyordu. Osmanlı toplumu
insanının bu yapıya yaşaya geldiğinden, batıdaki gelişmeleri kendi faydasına
görerek satın almış ve kendine katmıştır. 18.yy’la batı kültür ve medeniyetine
yöneliş vardır. Bu yönelişe yapılan tespitlere göre, batının pozitif
bilimlerdeki üstünlüğü ile gerçekleşen askeri ve iktisadi nitelik yakın doğuya
Pazar olarak kullanmalarını sağlamıştır. Bu başarı yanında toplumsal açıdan
gerçekleşen hümanist, milliyetçi; özgürlükçü ve bireysel yapı ile temelinde
rasyonel, aydınlama felsefesi yaklaşımı da toplumları batının yaptığı toplumsal
yapıya doğru harekete geçirmiştir.
Osmanlı
ise buna karşılık özellikle fetihlerinde sahip olduğu üstün top teknolojisi
avantajını kaybetmiş ve karşısında organize, tenik açıdan daha üstün saldırı ve
savunma birimleriyle, donanmalarla karşılaşmıştır. II. Viyana Kuşatmasıyla bu
durum yavaş yavaş ön plana çıkıyor. Askeri alandaki bu yerinde sayma durumu
toparlanamamışlıktır. Sonrasında gelen ıslahatların ana amacı askeridir, fakat
toplumsal düzende ve siyasal düzendeki askerin yeri bir türlü değişememiş ve
yapılan ıslahatlar yarım kamış, ömrünü tamamlayıp etkisiz hale getirilmiştir.
Bunun temel sebebi kitabın son sayfalarında da belirtilen doğu kültürü;
geleneksel toplumlarda ferdi yaratmanın patronage şeklinde olması, siyasal
alanda da görülüyor. Makro yapıdaki bu üstünlük giderek avrupa insanındaki
değişimin doğuya kaymasına neden olmuştur. Buna neden olan temel dinamo
iktisadi gelişim; endüstriyel devrimdir. Bu değişimler avrupadan gelen ürün ve
yaşam tarzı kalitesi ile sosyo-ekonomik ve kültürel açılardan da kendini
ispatlayan prestige-culture olarak özenilen bir kültür olmalarına olanak
sağlamıştır.
Şüphesiz
burada altın anahtar olarak ilimin rasyonel biçimde sosyal ve ekonomik hayata
aktarabilmişliğin başarısı vardır. İlmin çok daha öncesinde 12.yy’da avrupaya
temel olarak doğudan alınmadan evvel, doğu öncülüğünde büyürken, toplumun
gelenekselci yapısı; ulema, şeriat’ın mutlak bütünlüğü ve kontrolünü sağladığı
konumda insanların rasyonel düşünme ve akabinde toplumsal yaşamı şekillendirme
çabası, dürtüsünün engellendiği, set vurulduğu bir yapı içinde kul olarak
yaşamaktadır insan… Toplumun ilerlemesi için bunu üst düzey toplumsal liderler
yapmakta idiler. Bunlar askeri yenilik, düzen ve fetih için yapılan strateji ve
programlardır.
Sonuç
Osmanlı devletinin yapısını anlamak, yakın geçmişimize ait, küllerinden
doğduğumuz imparatorluğun toplumsal yapısını kavramak benim için değerliydi.
Daha doğrusu kitabı okuduktan sonrasında bunun farkına vardım ve bir takım
makro değişimlerden yola çıkılan tespitlerin de bireysel yaşamıma, kişisel
gelişimime katkısı oldu diyebilirim. Özellikle, Osmanlı’nın toplumsal yapısı
bugünde o yapıdan gelen kültürel imgelerin taşınması ile günümüzde de benzer
kitlesel davranışın ve benzer siyasal beklentinin istendiği bir toplum var. Bu
durum genel olarak doğunun kollektif yapısı içinde yer alan kültürel değerler
ve toplumsal kriterleri anlamak, tanımlamak ve bununla yönetimsel yapıyı
kavramaktır. Bunun yanında değerli olan, İngiltere gibi bir ülkenin elindeki
yoksunluklardan ve toplumsal yapısından kaynaklanan gelişim ile birlikte
değişimleriyle yaptığı büyük ekonomik devrimlerdir. Bu tespitler içerisinde,
ders içinde de konuşulan, avrupa toplumunun yoksunluk içerisinde ama feodal
düzende iken bir takım serbestlikleri içinde barındıran bir yapı ile rasyonel,
aydınlıkçı felsefenin benimsendiği gerçekçi sosyal düzene geçiş yapmasıdır.
Diğer yandan da doğu toplumsal değerleri içine yerleşmiş olan din ile kitleleri
etkilemek, nizama getirmek ve tüm şartlar altında onlardan sosyal-toplumsal
düzen elde etmek ön plandadır. Bunun içerisindeki başarı da doğu devletlerinin
daha uzun süren, güçlü imparatorluklar olarak hissedilmesi ve tanrının verdiği
görevleri yerine getiren vazifesinde hissedilmesidir. Yapısal farklılık doğu
toplumunun elinde olan bilimsel avantajı sosyal-toplumsal ve ekonomik hayata
katkı sağlayacak biçimlendirmeyi yapmalarını engelleyen set vuran bir toplumsal
irade yaratmaktaydı. Bu durum da şüphesiz Eric Hoffer’ın “True Believers”
kitabında da önemle üzerinde durduğu kitlelerin yönetimi esnasında toplumsal
sınıf içerisinde yönetici konumunda olan, halinden memnun insanların din
sayesinde sağladığı toplumsal nizamdır. Çünkü, o insanlar var olan üstünlükten
memnun olarak değişimi ve gelişimi red ederler ve diğer yandan da yaratmış
oldukları toplumsal system içerisinde de kendilerini rollerine kaptırarak
yönetimsel bir çok rasyonel örgüyü kaybederler tespitine de uyuyor. Nitekim,
konu ile ilgili en hoşuma giden ve geneli kapsayan, genelden ayrıntıya geçiş
sağlanabilecek ana hatlarıyla tespit bu olmuştur
Yorumlar
Yorum Gönder