Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları Serisi -Kitap Raporu
Raporun Amacı
Kitaplar üç seriden oluşan Amerikalı
küresel şirketlerde çalışmış bir ekonomi planlama analistinin yaşamını ve
tecrübelerini anlatıyor. Öncelikle yazarın tecrübesi ve anlattıkları ekonomi
öğrencilerini ve işletme öğrencilerini ilgilendiren, heyecan uyandıran ve
Amerika’nın genel eleştirel ekonomik dominize edici yapısını ayrıntılı biçimde
açıklayan bir kitap… Dolayısıyla, özellikle yaşımdaki insanlarda merak
uyandıran bir yana sahip… Özellikle küresel ekonominin analizinde katkı
sağlayan bir çok argüman kullanılıyor. Rodos ve Torrijos’un 6 ay arayla uçak
kazaları sonucunda ölmeleri gibi… (Dönemin liderlerinin ortak özellikleri
Amerika’nın Kapitalist yönetim tarzını sevmeyerek dışarıdan gelen yatırıma
karşı olmalarıydı.) Diğer yandan antropolojik açından ele alırsak, kitap
içerisinde bir çok küresel faaliyete yer veriyor. Latin Amerika’da yapılan
olaylar ve insanları ikna etme biçimleri, o bölgedeki yaşayışa uygun projeler
çizilmesi, o bölgedeki önceki ve sonraki durumlar ile bu durum farklılığının
insan yaşayışına farklılığı gibi konuları da bir çok farklı kültür, millet,
coğrafya adına bulmam mümkün halde..
Buna örnek vermek gerekirse, Panama’da yapılan kalkınma projeleri
öncesinde Panama halkı kendi yaşayış düzeni içerisinde kendi ekonomik gücü
içinde gelişmemiş bir ülke için ortalama bir geçim, yaşayış sunabiliyorken,
Amerika’nın kalkınma projeleri ile büyük borçlara bağlanmaları ve Panama’dan
çıkan petrolün %99’unu faiz ve borçları ödeyebilmek için kullandıkları için
Panama’da bugün kentsel dönüşümle birlikte yerli halk geçim sağladığı ve
konakladığı bölgeden –şehir merkezleri- ihraç edilerek ghetto tarzı dediğimiz
mahallelere yerleştirildiler ve çok kötü şartlarda emekli olan Amerikalılara
hizmet ederek geçim sağlamaya çalışan insanlar haline geldiler. Kendi
vatanlarında bir köle gibi kısıtlanmış biçimde yaşar hale geldiler.
Bu nedenle bu kitap
serisini de eklyerek hem aklımda olan kitap hakkındaki düşüncelerimi şekillendirmek
ve böylece bu konuda fikirlerimi daha usturuplu dile getirebilir hale gelerek
diğer yandan da aldığım dersle alakalı olduğu için kitap ödevimi tamamlamak
için kitap raporunu hazırlıyorum.
Kitabın Özellikleri
Kitap
oldukça samimi bir dille yazılmış. John Parker hikayelerin çoğunu birebir
yaşayarak, görerek ve analiz ederek aktardığı için gerçekçilik insanı okudukça
daha da okuma isteği uyandırarak çekiyor. Bu nedenle kitap serisini vazgeçmeden
tamamlamak istedim. Aslında, serinin birinci kitabı genel olarak seride
anlatılanlar hakkında genel fikir yapısını veriyor ve anlamlandırabileceğiniz
fikirsel doygunluğa sahip olabiliyorsunuz, fakat seriyi okumak da konu ile
ilgili daha fazla vaka bilgisine sahip olmanızı sağlayacaktır. Kitabın samımi
bir dille aktarılması haricinde, kitabın diğer özelliği aktardığı vakaların
kişisel bir dille yazılarak öyküleştirilmesi ve bir nevi itiraf yazısı şeklinde
olmasıdır. Kitabı yazan ekonomistin yaşamı anlayış biçimi, kişisel;
karakteristik özellikleri ve yaşadığı tecrübeler dahilinde aynı zamanda
başarılı bir kişinin de yaşamsal tecrübelerinden edinim sağlayabiliyorsunuz.
Son
olarak, serinin en önemli özelliği vakalarla birlikte verdiği detaylı ve özel
anektodlar; raporlardır.
Kitabın İçeriği ve Kapsamı
Kitap kısaca John
Parker’ın yaşamını anlatır, dolayısıyla kariyeri ve kişisel düşünceleri
hakkında bilgiler de mevcuttur. Bunun haricinde, yapılan işler kapsamında bir
çok ülke ile ilgili ekonomik faaliyetler altında planlanan ekonomiyi ele
geçirme methodları ve bu methodların o bölge insanın yaşamlarına etkisini
anlatıyor. Antropolojik açıdan detaylı bir inceleme olmasa da detaylı biçimde
bilgi verdiği bazı projelerinde ekonomik tetikçilerin faaliyetleri ve
Amerika’nın bozduğu ülke ekonomisindeki değişim nedeniyle değişen insan
hayatlarını aktarıyor. Kitabı eğlenceli ve sürükleyici yapan en önemli içerik
de buradadır.
Kitabın Genel Olarak Değerlendirilmesi
Globalleşme kavramı ilk kez
1960’larda Amerika’da bir profesör tarafından tanımlanmıştır. Bilinen
liberalleşme hareketleri ise 1940’lara II. Dünya Savaşı sonrasına dayanıyor.
Globalleşme kavramının temelinde ekonomik kalkınma; ülkeler arası anlaşmalar ile
daha güçlü bir ekonomi yaratma hayali yani, Washington Delegasyonu vardır. II.
Dünya Savaşı sonrasında müttefik ülkelerin kendileri arasında başlattığı
harekât giderek yayılmış ve bir delegasyon ile liberalleşme adı altında dünyaya
sunulmuştur. Ülkeler ihtiyaçlarını karşılayabilmek, ya da müttefik güçlerin
arasında kendini korumaya almak ve ekonomilerinin gelişmesi; yatırımlarla
ülkenin büyümesi için liberal yapıyı kavradılar. Globalleşme kültürü bu
delegasyondan türetilmiş, ekonomik gelişim temelli bir kültürdür. Bizleri birer
canavar haline getiren de globalleşme ile davranış ve düşüncelerimizi
değiştiren; bunların altında yatanlar: tüketim çılgınlığı, daha fazla kazanmak,
daha güçlü ekonomi… Özetle daha çok para daha iyi yaşam demek… Bu kültür bize
dünyanın birçok yerinde neler yapıldığı, yaşandığı hakkında haberdar olmamızı
sağladı ve bizlere yeni kimlik –küresel kimlik- verdi. Tüketme, edinme
çılgınlığımız küresel kimliğimizle çığ gibi büyüdü. Bugün bir çoğumuz küresel ekonomi içerisinde
dev şirketlerin kontrol ettiği çarklarda durmadan koşan hamsterlar gibiyiz.
(öyle bir hale gelmişiz ki… Eleştiri yazısı yazarken aklıma gelen örnek bir
Amerikan deyimi…).
Kimlikle birlikte iletişimin de
gelişimiyle; bir yığın bilgiyi hızla tüketebilir hale geldik. Bir çok kaynak
sayesinde tükettiğimiz onlarca bilgi ile karakterimizi yaratırken, global
yayınların etkisinde kimlikler oluşturma gayretine girdik. Amerikan kültüründe
türetilmiş cinsiyetler arası eşitlik, bakış açısı, ve bireylerin hayatları
konusundaki bireyselci ve özgürlükçü durumlar, ile diğer yandan deneyim açlığı,
tüketim canavarının içselleştirdiği varsayımlardan bazılarıdır. Bu olgular
birçok açıdan bizlere muhteşem, yenilikçi ve olması gerektiği gibi geldi.
Yayınların etkin rolü burada tartışılmaz egemen olan faktör, fakat diğer yandan
bizler bir kargaşa içinde bir şeyler isterken ve dilerken -global kimliğine
erişebilme arzusu ile- dolayısıyla tüketirken ardımızda bıraktığımız bir çok
pisliği göremez hale geldik. Böylece kendi zevklerine düşkün bir şekilde
yaşayan insanlar inşa edilmiş oldu. Para ve global özentilik içinde yer alan
amaçlarımız haricinde neredeyse kayda değer bir amaç dahi bulamaz halde,
kargaşa içinde dünyayı takip etmeye, ve tüketmeye devam ediyoruz. Atlantik
okyanusunun bir kıyısından festivaller düzenleyerek en fazla hamburgeri kimin
miğdeye indirebileceğini hayret ve heyecanla izlerken, diğer yandan afrikada
milyonlarca çocuğun açlıkla savaştığını haber yapabiliyorsun. Liberalleşme
böyle birşey... Hayat standartları ve kişisel zevkler, dünyayı umursayacak
nitelikleri yüklenmekten çok daha eğlenceli ve kolay...
Kitapta geçen konuyu bir diğer
taraftan inceleyecek olursam: Amerikan Hükümeti merkezi ekonomik gücünü II.
Dünya Savaşından bu yana genişletebilmek adına bir dizi anlaşmalarla,
neoliberalizmi yaydı. Bu politikada görülen ana amaç, güç ve kaynakların bir
devlet üzerinde toplanabilmesidir. Bu sayede, kapitalizmin felsefede açığa
kavuşturulan hazinesi açığa çıkacaktır. Hazine; daha büyük ekonomiler, daha
güçlü şirketler demektir. Güçlenmiş şirketler daha fazla araştırma geliştirme
yaparak insanlığı bilim ve fen alanında üst basamaklara taşırlar. Seviye
arttıkça, refah düzeyi artar. Bu fikir üzerine temellenmiş idealler, bana göre
tek bir duygusal zekâ kaynağı ile çevrelenmiş; insanın kontrol etme isteğidir…
Bu paragrafı tekrardan okuduğumda aklıma, I.Kant’ın bilgi felsefesi ve bu
felsefeyi yorumlayan muhteşem Alman başyapıtı Faust geldi… İnsan, insana ait
mevcut bilim sınırları içinde düşünebilir ve yorum yapabilir… Bilgi bu şekilde
vardır. Daha öncesinde obje ya da varsayımın tecrübesi edinilmiş olmalıdır. Bu
noktada, doğu kültürünü inceleyelim… Doğu kültürünün hierarşik yapısı ve
insanın en önemli gelişim motivasyonlarını sınırlaması (merak, daha fazlasını
edime-tecrübe- vb…), dolayısıyla onların mükemmeline götürecek huzurun
sosyolojik uyum içinde davranmakta olduğu, kurulan düzenin temelindeki
olgulardır. Fakat batı kültürü hiyerarşik düzen içindeyken, birey olabilmenin
değerini kavramış, tarihe damgasını vuran olaylarla bu karakteristik özelliğini
içselleştirmiş bir kültürdür. ( Fransız ihtilali yanı sıra, rönesans ve reform
ve özellikle rönesans ve reform öncesi İngiltere edebiyatı : Thomas More gibi
hiyerarşik yapıyı eleştiren önemli isimler…) Bu sebeple batı kültürü bireyin içinde
olan güçlerin bireye ait haklarla korunması ve her kişiye özel olan
yeteneklerin, -merak, daha fazlasını edinme…- internal locus of control ile
harmanlayarak başarılı işler yapılabileceğini, ve ancak bu biçimde insanın
düşünce sınırlarını zorlayarak ilerletebileceğini görmüşlerdir.
Psikolojide insan karakterine ait
tasarımlardan biri olarak internal locus of control tanımlanmıştır. Terimin
açıklaması kısaca şu dur; bireyin başından geçen ve geçecek olayların tek
sorumlusu kendisidir. Kişinin başarısı kendine aittir… Bu özellik herkeste
mevcuttur. Bu özelliğin temelinde merkeziyetçi bir duygu yatıyor; bir kontrol
arzusu var. İnsanın geleceğine güvenle bakmak yerine, kontrolü eline geçirmek
için davranışlar sergilemesi… Aslında, bu kavram bireyselleşmek için
hissedilmesi gereken en gerekli arzulardan biridir. Her insanı birey olarak
hissettirerek gerçek potansiyelini açığa çıkartacak savaşçı bir ruh yaratır.
Verdiğim tanım ve örneklerden getirmek istediğim anlam, Amerika kendi gücünü
daha güçlü olabilmek için tüketmeliydi. Bu sayede daha da güçlenecek ve sürekli
rakiplerinden bir adım önde hareket edebilecekti. Sonuçta, en güçlü rakipler
sırayla gücünü bir noktada kaybedecek ve Amerikanın dayattığı ekonomik çerçeve
içerisinde kontrol altına alınabilecekti. Bu sayede ne olacaktı: sonuç çok
basit… Bir insanın en büyük düşmanı, hatta size şeytan olarak tanıtmamda
sakınca yok… Korkumuz; gelecek kaygısı ve Amerikanın pozisyonunda olan bir
ülkenin (birleşik devlet; ekonomik çerçeve ile birleştirilmiş eyaletler topluluğu,
oldukça çeşitli nüfus…) parçalanması demekti. Amerikanın korkusu nedir? Bana
kalırsa temel korkusu ekonomidir. Amerika ekonomik çıkar ve birleşmeden doğacak
güç üzerine kurulmuş bir devlettir. Amerika toprakları kızılderelilere aittir.
Dolayısıyla, Amerikada yaşıyan insanların vatan, toprak, ve kimlik bütünlükleri
zor zamanlar geldiğinde unutulacak, insanlar kökenlerini hatırlayacaktır.
Amerika elinde olan tek güç ile
ekonomi temelli bir düzenek kurdu. Bu düzenek sayesinde birçok gelişmemiş
ülkeye hizmet ve ürün götürerek önemli endüstri kaynaklarını ele geçirecekti.
Böylelikle küresel bir güç kazanmış olacaktı. Amerikan hükümetinin elinde
hiçbir zaman insanları soyut bir temele oturtabilecekleri kavram oluşamadı.
Çünkü birçok milletin bir arada yaşadığı bir ülkeydi. Amerika, çok uluslu
yapısını ve eski eyalet geçmişindeki süreçlere ait tecrübelerini iyi kullandı,
ve küresel ekonomik altyapı oluşumlarına hep öncülük etti. Çünkü, hükümet,
politikanın ve gücün dünya çapında nasıl kontrol edilebileceğini uluslar arası
lugatta bulmuştu.
Kesin İnançlılar kitabında Eric
Hoffer benzer bir noktaya değinerek, kitabında kesin inanç oluşturmak ve etkili
bir liderin kesin inanç oluşturarak neler yapabildiğini anlatıyor. Kitabındaki
düşünceleri kısaca özetleyecek olursam: güçlü insanlar değişmek
istemezler(Amerika). Başkalarına ayak uydurmak onlar için yenilik ve mevcut
rahat durumlarını rahatsız edecek belirsizlik demektir. Dolayısıyla, güçlü
insanlar gücü ellerinde tutmak için savaşırlar Güçlendikçe korkularını yenecek
ve merkezi bir kontrol oluşturabileceklerdir. Güçlüler, kendi fikirlerini
büyütmek için en fakirler ve suçluları kullanırlar. Fakirlerin kaybedeceği
hiçbir şey yoktur. Zaten mevcut durumunda sadece şimdiki zamanı
düşünebiliyordur.(Gelişmemiş ülkeler…) Diğer yandan suçlu kimseler ve geçmiş
kimliğinden kurtularak güçlü bir kimlik isteyenler de fikirlerini direten ve
onlara yeni kimlik sunan güçlü insanların inançlarına, bir insanın boğulmak
üzere can simidine atladığı gibi atlarlar. Çünkü, onlar geçmiştedirler.
Hayatları boyunca kendi berbat kimlikleri yüzünden
ezilmiştirler.(Küreselleşmeyle gelen muhteşem, bireysel kimlik… SSCBnin F.Rusya
ile dünya ekonomisine pazarını açmasıyla, global kimliği hızla benimseyen Rus
vatandaşları...) Oysa ki şimdi güçlülerin sunduğu yeni kimlikle yeniden
doğabilecektirler. Son olarak eskiden güçlü olup, bir takım olaylar sonrası tüm
gücünü kaybetmiş olanlar; bunlar tek bir umut tohumuyla bile sizin inanç
birliğinize katılabilecektir. Locus of controlden konuyu nerelere getirdim…
Kitabın oldukça dışında gibi duruyor olabilirim, bir örnek vererek kitap ve
Amerikanın ET stratejisi konusu ile bağları pekiştirmek istiyorum. Başlangıç
kısmında, ana karakter işe alınırken ki süreçte ele alınan özellikleri,
dolayısıyla, tercih edilmesinin sebepleri, tamamen şirketin uluslar arası
işlerini hangi amaçlar içinde yürüttüğünü anlatıyor. Ek olarak, yazarında bahsettiği gibi MAIN grubu tam bir
maço –şirket, kitapta aynen bu şekilde tarif ediliyor.- (yani hofstede göre :
masculinity: maddiyat:para, güç:petrolü ele geçirmek, ve borçlu durumda
bıraktırmak, rekabetçi; dediğim dedik gibi sıfatlar üzerine kuruludur.) şirket
idi. Bu cümleyi okuduktan sonra aklıma hofstede ve bahsettiğim merkezi kontrol
isteği geldi… Nitekim, yazarın Endonezya’da yaptığı iş sırasında, projeyi
sekteye uğratacak her türlü faaliyet şirket ve Amerika tarafından etkisiz hale
getiriliyor. Yani maskülen güç odaklı yapı devam ediyor ve bu şirketler şirket
olmaktan çok ortak misyon için faaliyet gösteriyor. Tek umursadıkları şey ortak
çıkar: güç uğruna odaklaşmış merkezi bir organın dediklerini yerine getirmek.
İnsanları etkilemek ve kesin
inançlar oluşturma sanatını tarih boyunca birçok lider sergiledi. Bunlardan en
büyüğü Amerikanın dünyaca sergilediği ve çabaladığı merkezi kontrol sistemidir.
Herkesin onayladığı, güçlülerin arasında yer bulabileceği, dünyaca kimlik
kazanacağı, kendi potansiyelini daha iyi sergileyebileceği bir sıfat kazanmak
için birçok devlet bir dizi anlaşma ile küresel sisteme adını yazdırdı. Artık kim
ne yaparsa yapsın, bu çarklar Amerika ya da bir başka bir ülke için dönecek
gibi gözüküyor. Son olarak kitap içerisinde yer alan ekonomik tetikçi John
Parker’ın yakınma listesini değerlendirmeme eklemek istiyorum. Kitap içerisinde
yer alan içeriği iyi biçimde açıklayabilecek bir kısımdır. Aynı zamanda da
analizler sayesinde çıkarımlar(insight) yapmayı sağlayan bir kesit.
“
Bir yakınma listesi:
Yazım tarihi: 2010
A.B.D şirketokrasisinin; ticari
şirketler uluslar arası faaliyetlerinin zararlarını ortaya koymak için, bizzat
bu işi yapan bir E.T. (ekonomik tetikçi) tarafından açıklanmış bir listedir.
· Dünya nüfusunun yarıdan fazlası 2
dolarlık gündelik gelirle yaşamda kalmak zorundadır ki, bu o insanların otuz
yıl önceki geliriyle aynıdır.
·
İki milyondan fazla insan
yaşamı kolaylaştıracak temel olgulardan; elektrikten, temiz sudan, sağlık
hizmetlerinden, tapuyla belgelenmiş mülkiyetten, polis ve itfaye güvencesinden
yararlanamadan yaşamaktadır.
· Birleşik Devletler Kongresi Ortak
Ekonomik Komite’nin yaptığı çalışmaya göre, Dünya Bankası’nın sponsorluk ettiği
projelerin %55 ile %60’ı başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
· Üçüncü Dünya borçlarını yönetmenin
maliyeti, tüm üçüncü dünya ülkelerinin sağlık ya da eğitim harcamalarından
fazladır ve bu ülkelerin her yıl aldığı dış yardımın iki mislidir. Bu borçların
silineceğine dair yakın zamanda edilen asılsız laflar bir yana, üçüncü dünya
borçları her yıl artmaktadır ve 3 trilyon dolara ulaşmıştır.
· Bu cesaretlendirici bir rakam
değildir. 1996’da yapılan borç silme görüşmeleri sırasında G7 ülkeleri, IMF ve
Dünya Bankası, Ağır Borçlanma Altındaki Yoksul Ülkeler’in borçlarının %80’e
varan oranlarda silinecepini duyurmuştur, ama 1996 ile 1999 arasında bu
ülkelerden yapılan tahsilatın toplamı %25 artarak 88.6 trilyon dolardan 114.4
trilyon dolara çıkmıştır.
· Gelişmekte olan ülkelerin ticaret
açığı 1970’lerde bir milyar dolar mertebelerindeyken, yeni milenyumun başında
11 milyar dolarlık bütçe açığına ulaşmıştır ve büyümeye devam etmektedir.
· Üçüncü Dünya ülkelerinin
zenginliklerine sahip olma yönelişi, 1970’lerdeki büyük altyapı gelişimi ve
1990’lardaki özelleştirme dalgasından sonra öncekinden çok daha fazla
yoğunlaşmıştır. Birçok ülkede en tepede yer alan ve toplumun %1’ini teşkil eden
aileler, özel mülkiyetin %90’dan fazlasını elinde tutmaktadır.
· Ulusaşırı ticari kuruluşlar gelişmekte
olan ülkelerin üretim ve ticaretinin büyük kısmını denetimi altına almıştır.
Örneğin, dünya kahve ticaretinin %40’ı sadece dört şirket tarafından
yapılırken, dünya ölçeğinde market satışlarının üçte birini otuz süpermarket
zinciri elinde tutar. Bir avuç petrol ve başka yer altı kaynakları üreticisi
sadece piyasaları denetim altında bulundurmakla kalmaz, bu kaynaklara sahip
ülkelerin hükümetlerine de el atar.
· ExxonMonil 2006’nın ikinci çeyreği
için 10.4 milyar dolarlık rekor kar açıkladığı zaman ticari hırs kavramının
altı bir kez daha çizilmiştir. Bir A.B.D. firması tarafından o zamane dek
açıklanan en yüksek kar, Exxon’un 2005’in dördüncü çeyreğine yaptığı 10.7
milyar dolarlık kardı. Sözü edilen iki dönemde de yükselen petrol fiyatları
dünyanın yoksul halklarının büyük sıkıntılar çekmesine neden olmuştur. Petrol
şirketleri vergi indirimleri, ticaret anlaşmaları ve kendi çıkarlarına çalışan
uluslararası çevre ve iş yasaları aracılığıyla önemli destek almaktadır.
· A.B.D. şirketlerinin ödenen toplam
federal vergiler içindeki payı %10’dan azdır ki, bu oran 2001’de %20’nin, II.
Dünya Savaşı sırasında %50’nin üstündeydi. Amerika’nın en büyük ve karlılığı en
yüksek şirketlerinin üçte biri yeni milenyumun ilk yıllarının en az üçünde
sıfır verdi ödemiştir. A.B.D şirketleri 2002 yılında İrlanda, Bermuda,
Lüksemburg ve Singapur gibi vergisiz fon sığınaklarında 149 milyar dolarlık
hesap açtırmıştır.
· Dünya yüzündeki en büyük 100 ekonomik
faaliyetten 51’i ticari kuruluştur ve bunların 47’si A.B.D temellidir.
· Her gün en az 34.000 beş yaş altı
çocuk açlık ya da önlenebilecek hastalıklar nedeniyle ölmektedir.
· Birleşik devletler ve Washington’un
demokrasi olarak yutturmaya çalıştığı kimi ülkeler birçok antidemokratik
karakteristikler sergiler: Medya büyük ticari oluşumlar ve devlet tarafından
manipüle edilir; politikacılar varlıklı kampanya destekçileri bulur; kapalı
kapılar ardında seçmenin kilit konumundaki meseleler konusunda bilgilenmemesini
sağlayacak politikalar yapılır.
· Kara mayınlarının yasaklanması için
hazırlanan uluslararası anlaşma Birleşmiş Milletler’de 142’ye sıfır oyla kabul
edilirken, A.B.D. çekimser kamıştır; aynı A.B.D. 1989 tarihli Çocuk Hakları
Konvansiyonu’na, Uluslararası Biyolojik Silahlar Konvansiyonu’na, Kyoto
Protokolü’ne ve Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulması protokolüne imza
atmamıştır.
· 2006 yılında askeri harcamalar yeni
bir rekor kırarak küresel ölçekte 1.1 trilyon dolara ulaşmıştır. Söz konusu
rakamın yaklaşık yarısı A.B.D.’ye aittir ki, bu da Amerikalı her erkek , kadın
ve çocuk başına ortalama 1600 dolar yapar.
· Birleşik devletler, Dünya Basın
Özgürlüğü listesinde (2002’de 17. sıradayken) 2006 yılında 53. Sıraya
yerleşmiştir ve gazetecilerin hapsedilmesi, yıldırılması nedeniyle Sınır
Tanımayan Muhabirler ve öteki STÖ’ler tarafından çok sert biçimde eleştirilir.
· A.B.D. ulusal borcu (yani Birleşik
Devletler federal hükümetinin, ülkenin borçlanma enstrümanlarını elinde tutan
kredi kaynaklarına borçlu olduğu para) dünya yüzündeki en büyük borçtur ve 2006
yılı Ağustos’unda 8.5 trilyon, başka deyişle yurttaş başına 28.500 dolara
ulaşmıştır; her gün 1.7 milyar dolar artmaktadır. Söz konusu borcun büyük
bölümü Japonya, Çin ve AB üyesi ülkelerin merkez bankalarındadır ve bu da bizi
onlara karşı çok nazik bir konuma yerleştirmiştir.
· A.B.D. dış borçlanması ( yani ülke
dışı unsurlara döviz, mal ya da hizmet olarak ödenebilecek kamu ve özel sektör
borçları toplamı) da dünyada en büyüktür ve 2005 yılında 9 trilyon dolar olarak
tahmin edilmiştir. (Vurgulanması önemli bir nokta: Washington başka ülkelerin
ulusal ve dış borçlarını şirketokrasinin dayatmalarına boyun eğmelerini,
ekonomik yaptırımlar koymalarını ve IMF’nin empoze ettiği şartlara uymalarını
sağlamak için silah olarak kullanılır; ama dünya üzerindeki en büyük borçlu
unsur kendisidir.)
“
Bir E.T.'nin İtirafları 2 'den alıntıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder